23 Ağustos – 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan. Türk
milleti için bir ölüm kalım savaşı olan Sakarya Meydan Muharebesi; Kurtuluş
Savaşı içinde kader tayin edici olmuştur.
Bu savaştan önce Yunanlıların başlıca hedefi; Ankara yönünde
ilerleyerek, Türk Ordusunu yok etmek ve Kurtuluş Savaşı’nın sembolü ve direniş
merkezi haline gelen Ankara’yı ele geçirmekti. Böylece Türk azim ve direnme gücü
yok edilmiş olacaktı. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün emir ve komutasında, Türk
ulusunun kanıyla yapılan ve dünya harp tarihine en uzun meydan muharebesi; Türk
Kurtuluş Savaş’ı tarihine de subay muharebesi diye geçen Sakarya Destanı 21 gün
21 gece devam etmiş ve 13 Eylül günü Yunanlıların Sakarya Nehri’nin doğusunu
tamamen terk etmesiyle son bulmuştur.
Başkomutan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında
ülke savunmasını şu şekilde ifade etmiştir. Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa
vardır. O sathı bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile
ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden
atılabilir; fakat, küçük büyük her birlik durabildiği noktadan yeniden düşmana
karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek
zorunda kaldığını gören birlikler, ona uymaz; bulunduğu mevzide sonuna kadar
durmaya ve direnmeye mecburdur
Taarruz inisiyatifinin Türk Ordusu’na geçmesini sağlayan Sakarya
Zaferi, TBMM hükümetine siyasi başarı kapılarını aralamış Türk milletinin
özgürlüğünü ve vatanını kurtaracağı inancını da kuvvetlendirmiştir.
Sakarya Meydan Muharebesi
Sakarya Savaşı sonunda; Türk Ordusu’nun 1683 yılındaki 2.Viyana
Kuşatmasındaki yenilgisinden beri süregelen çekilmesi sona ermiştir. Bu savaş,
Türk ordusu’nun son savunma savaşıdır.
Düşman 10 Eylül’de karşı taarruzla Afyon-Kütahya hattına kadar
atılmıştır.
Savaş Türk ordusunun üstün zaferiyle sonuçlanmıştır.
Sonuçları:
Ulusal Kurtuluş Savaşının son savunma savaşıdır.
Düşmanın saldırı gücü tükenmiş, Türk topraklarını ele geçirme
istek ve umudu yok olmuş, savunmaya geçmişlerdir.
Bu savaşa Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Batı Cephesi Komutanı
İsmet İnönü Paşalar katılmıştır. Subaylar savaşıdır.
M. Kemal’e mareşallik rütbesi ve Gazi ünvanı ( 19 Eylül 1921)
verilmiştir.
Sovyetler Birliği ile Kars, Fransızlarla Ankara Antlaşmaları
imzalanmıştır.
TBMM Anadolu’da kesin egemenlik sağlamıştır.
TBMM’nin yaşama ve varolma mücadelesindeki en büyük
başarısıdır.
6 Aralık 2017 Çarşamba
Misaki Milli Nedir ?
Mısak-ı Milli, Türklerin Kurtuluş Savaşının siyasi manifestosu
olan altı maddelik bir bildiri adıdır. İstanbul' da toplanan son Osamanlı
Meclisi tarafından bu bildiri 28 Ocak 1920 yılında oybirliği ile kabul
edilmiştir ve kabul edildikten sonraki 17 Şubat' ta kamuoyuna açıklanmıştır.
Bildiri, Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdirecek olan barış antlaşmasından
Türkiye'nin kabul ettiği askeri şartları içerir. Bildiri Mebusan Meclisinde
"Ahd-ı Milli Beyannamesi" adıyla kabul edilmiş, daha sonradan " Mısak-ı Milli"
olarak adlandırılmıştır.Her iki deyimle Ulusal Yemin anlamına gelir. Türkiye
Cumhuriyeti' nin sınırları, tabi bazı ayrıntılar hariç, Mısak-uı Milli ilkeleri
doğrultusunda gerçekleşmiştir.
Misak-ı Milli' de Alınan Kararlar
Erzurum ve Sivas civarlarında oluşan kongrelerinde saptanıp ve ardından olgunlaştırılan ilkeler doğrultusunda son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından gizli oturumda oy birliği ile 28 Ocak 1920 tarihinde alınan ve Türkiye' nin kabul edebileceği barış koşullarını açıklayan 6 maddelik bildiridir. Mısak-ı Milli temelinde Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık savaşlarının bir programı niteliğindedir.
6 Maddeden Oluşan Misak-ı Milli Kararları Özetle Şunlardır :
Arap kökenli halkın oturuduğu aynı zaman da Mondros Mütakeresi imzalandığı tarihte yabancı devletlerin işgal ettikleri bölgelerin gelecekleri, halkın serbest ve kendi oyuyla belirlenecektir; Mütakere sınırları içerisinde Osmanlı - İslam çoğunluğunun çoğunluk olarak yerleşmiş bulunduğu kısımların tümü, gerçekte ya da hükmen hiç bir neden ile birbirinden ayrılmayacak bir bütündürler.
Misaki Milli Nedir
İlk serbest bırakıldıkları anda tekrardan kendi istekleri doğrultusunda anavatana katılan Kars, Ardahan ve Batum' da gerekirse tekrardan bir halk oylaması yapılabilecektir.
Batı Trakyanın hukuki durumuda, hakın kendi özgürlüğü içinde verecekleri oylarla saptanacaktır.
İsstanbul ve Marmara Denizinin her türlü güvenliği, tehlikeden uzak tutulması, Boğazların ise ticaret gemilerine açılması ilgili devletler aralarındaki anlaşma ile sağlanmalıdır.
Misak-ı Milli kararları doğrultusunda belirlenen ilkeler çerçevesinde azınlıkların hukuki hakları, komşu ülkelerde yer alan müslümanlarında aynı haklardan yararlanması koşuluyla azınlıklar güvence altında olucaktır.
Türkiye' nin siyasal, adli ve mali olarak tam bvağımsızlığı kabul edilecektir ; bu konularda hiç bir kayıt ve kısıtlama getirilmeyecektir.
Misak-ı Milli' de Alınan Kararlar
Erzurum ve Sivas civarlarında oluşan kongrelerinde saptanıp ve ardından olgunlaştırılan ilkeler doğrultusunda son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından gizli oturumda oy birliği ile 28 Ocak 1920 tarihinde alınan ve Türkiye' nin kabul edebileceği barış koşullarını açıklayan 6 maddelik bildiridir. Mısak-ı Milli temelinde Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık savaşlarının bir programı niteliğindedir.
6 Maddeden Oluşan Misak-ı Milli Kararları Özetle Şunlardır :
Arap kökenli halkın oturuduğu aynı zaman da Mondros Mütakeresi imzalandığı tarihte yabancı devletlerin işgal ettikleri bölgelerin gelecekleri, halkın serbest ve kendi oyuyla belirlenecektir; Mütakere sınırları içerisinde Osmanlı - İslam çoğunluğunun çoğunluk olarak yerleşmiş bulunduğu kısımların tümü, gerçekte ya da hükmen hiç bir neden ile birbirinden ayrılmayacak bir bütündürler.
Misaki Milli Nedir
İlk serbest bırakıldıkları anda tekrardan kendi istekleri doğrultusunda anavatana katılan Kars, Ardahan ve Batum' da gerekirse tekrardan bir halk oylaması yapılabilecektir.
Batı Trakyanın hukuki durumuda, hakın kendi özgürlüğü içinde verecekleri oylarla saptanacaktır.
İsstanbul ve Marmara Denizinin her türlü güvenliği, tehlikeden uzak tutulması, Boğazların ise ticaret gemilerine açılması ilgili devletler aralarındaki anlaşma ile sağlanmalıdır.
Misak-ı Milli kararları doğrultusunda belirlenen ilkeler çerçevesinde azınlıkların hukuki hakları, komşu ülkelerde yer alan müslümanlarında aynı haklardan yararlanması koşuluyla azınlıklar güvence altında olucaktır.
Türkiye' nin siyasal, adli ve mali olarak tam bvağımsızlığı kabul edilecektir ; bu konularda hiç bir kayıt ve kısıtlama getirilmeyecektir.
Kurtuluş Savaşı Örgütlenme Dönemi
Paris'te toplanan uluslararası Barış Konferansı, o günlerde
açıklanması beklenen Türk Barış Antlaşmasını, 1919 Mayıs başlarında belirsiz bir
geleceğe erteledi. 15 Mayıs'ta Yunan kuvvetleri, müttefik devletlerin kararıyla
İzmir'i işgal etti. Ulusal bir felaket olarak görülen bu olay, Türkiye çapında
müthiş bir ulusal tepkiye yol açtı. 23 Mayıs'ta Fatih ve Sultanahmet'te Türk
siyasi tarihinin o güne kadarki en büyük kitle gösterileri düzenlendi. Direniş
fikri, İttihat ve Terakki yandaşlarının görüşü olmaktan çıkarak tüm ülke sathına
yayıldı.
21 Haziran'da Mustafa Kemal, Anadolu'daki en önemli askeri birliklerin komutanları olan Kâzım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar ve Ege bölgesinde asayişi sağlamakla görevlendirilen Rauf Bey ile Amasya'da buluşarak Amasya Tamimi'ni yayımladı. Bildiri, ulusal bağımsızlığın ancak ulusun "azim ve iradesi" ile sağlanacağını vurgulayarak, ülke çapında bir direniş hareketinin işaretini vermekteydi Kâzım Karabekir'in öncülüğünde Erzurum'da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Kongresi, askeri görevlerinden istifa eden Mustafa Kemal'i kongre başkanı seçti.
Kurtuluş Savaşı Örgütlenme Dönemi
Kongre, Doğu illerinin Ermenistan'a verilmesi olasılığına karşı direnme kararı alırken, Türkiye'nin kalkınması için Amerikan mandası fikrine açık kapı bırakmamaktaydı.
4 Eylül 1919'da Türkiye'nin her yanından gelen delegelerin katılımıyla Sivas'ta toplanan kongrede, genel seçimler yapılıp yeni Mebusan Meclisi kuruluncaya kadar İstanbul hükümetiyle tüm resmi bağların kesilmesi kararlaştırıldı. Ülke çapında yeni bir idari ve siyasi örgütlenme kurmak amacıyla bir Heyet-i Temsiliye kuruldu.
Kasım ayında Adana, Maraş, Antep ve Urfa'nın Fransızlarca işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye tarafından yönlendirilen direniş hareketi başlatıldı. Direniş umulmadık bir hızla başarıya ulaşarak 1920 Mayısı'nda Fransızları ateşkese zorladı.
21 Haziran'da Mustafa Kemal, Anadolu'daki en önemli askeri birliklerin komutanları olan Kâzım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar ve Ege bölgesinde asayişi sağlamakla görevlendirilen Rauf Bey ile Amasya'da buluşarak Amasya Tamimi'ni yayımladı. Bildiri, ulusal bağımsızlığın ancak ulusun "azim ve iradesi" ile sağlanacağını vurgulayarak, ülke çapında bir direniş hareketinin işaretini vermekteydi Kâzım Karabekir'in öncülüğünde Erzurum'da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Kongresi, askeri görevlerinden istifa eden Mustafa Kemal'i kongre başkanı seçti.
Kurtuluş Savaşı Örgütlenme Dönemi
Kongre, Doğu illerinin Ermenistan'a verilmesi olasılığına karşı direnme kararı alırken, Türkiye'nin kalkınması için Amerikan mandası fikrine açık kapı bırakmamaktaydı.
4 Eylül 1919'da Türkiye'nin her yanından gelen delegelerin katılımıyla Sivas'ta toplanan kongrede, genel seçimler yapılıp yeni Mebusan Meclisi kuruluncaya kadar İstanbul hükümetiyle tüm resmi bağların kesilmesi kararlaştırıldı. Ülke çapında yeni bir idari ve siyasi örgütlenme kurmak amacıyla bir Heyet-i Temsiliye kuruldu.
Kasım ayında Adana, Maraş, Antep ve Urfa'nın Fransızlarca işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye tarafından yönlendirilen direniş hareketi başlatıldı. Direniş umulmadık bir hızla başarıya ulaşarak 1920 Mayısı'nda Fransızları ateşkese zorladı.
Kurtuluş Savaşı Öncesi Durum
Osmanlı Devleti ’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini
belirleyen Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ile Anadolu ve Trakya her
türlü işgale açık bir duruma geliyordu. Çünkü Mondros ateşkes hükümleri galip
devletlere gerekli gördükleri her yeri işgal etme hakkı tanıyordu. Ülke işgale
uğrarken Padişah için önemli olan; saltanatın, halifeliğin ve hanedanın selameti
idi. Bu antlaşma çok ağır koşulları içerirken, İstanbul Hükümeti ileride
yapılacak barış görüşmelerinde bu koşulları hafifletebileceğini umuyordu.
Mondros Ateşkes antlaşmasının hemen ardından işgaller başladı. Bu antlaşmanın 7
inci maddesine göre, İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit eden bir durumu
bahane ederek istedikleri bölgeleri işgal edebileceklerdi. Boğazlar İngilizlerin
kontrolüne geçti. İngilizler Çanakkale, Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş,
Samsun, Bilecik, Merzifon, Urla ve Kars’ı işgal ettiler. Fransızlar ise;
Trakya’daki demiryolunun önemli istasyonlarını, Dörtyol, Mersin, Adana ve Afyon
istasyonunu işgal ettiler. İngilizler tarafından işgal edilen, Güney Doğu’daki
bazı iller daha sonradan Fransızlara terk edilmiştir. İtalyanlar ise Antalya,
Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris’i işgal ettiler. Konya ve Akşehir’e de
asker yolladılar. Mondros Mütarekesi’nin Doğu Anadolu’da 6 vilayetin Ermenilere
bırakılacağına ilişkin maddesi Ermenileri harekete geçirdi.
Ermeniler kurdukları Alaylarla Doğu Anadolu’da yayılmaya ve bölgedeki Türklere zulüm ve baskı yapmaya başladılar. Kozan, Osmaniye, Mersin ve Adana’ya Fransızlarla birlikte Ermeni çetecileri de geldi. Yunanlılar kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi’ni ele geçirmek üzere, İngiliz, Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgale başladılar. İzmir’in işgaline tepki olarak gazeteci Hasan Tahsin tarafından düşmana atılan ilk kurşun Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olmuştur. Daha sonra Yunanlılar 3 koldan Ege Bölgesi’ni işgale başladılar. Mondros ateşkes antlaşmasından sonra işgallerin başlamasına karşılık Padişah ve Osmanlı Hükümeti işgallere karşı ses çıkarmamışlar, orduyu geliştirip güçlendirmeye yönelmemişler, sadece kendi çıkarlarını düşünmüşler, çekingen ve korkak davranmışlar, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için hiçbir tedbir almamışlardır.
Kurtuluş Savaşı Öncesi Durum
Kurtuluş savaşımızda işgallere karşı ilk silahlı direniş Güneydoğu Anadolu’da Fransızlara karşı başlamışsa da, ilk Kuvayı Milliye hareketi Batı Anadolu’da Yunanlılara karşı oluşturulmuştur. Yunan birliklerinin İzmir’i işgal etmesi ve Anadolu içlerine ilerlemeye başlamasına seyirci kalan Osmanlı Hükümeti’nden artık hiçbir şey beklenemezdi. Bu durum, Kuvayı Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadele’nin başlamasını kolaylaştırıcı etkenler olmuştu. MUSTAFA KEMAL’İN SAMSUN’A ÇIKIŞI VE KONGRELER Gelişmeleri yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, Türk Halkının ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız olarak bağımsız, yeni bir Türk devleti kuracak güçte olduğunu inanıyordu. Padişahın ve İstanbul Hükümeti’nin teslimiyetçi tutumu karşısında kurtuluş yolunun Milli Mücadele olduğunu anlamıştı. Düşman işgallerine karşı bazı bölgelerde gösterilen direniş ve milli teşekküllerin kurulması da onu umutlandırmıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmek için bir fırsat aradığı sırada, Karadeniz’deki Pontus Rum çetelerinin bölgedeki Türklere karşı saldırıları artmıştı. İngiltere asayiş ve sükunun sağlanmaması durumunda bölgeyi işgal edeceğini bir nota ile İstanbul Hükümeti’ne bildirdi. Padişah bölgedeki güvenliğin sağlanması için Mustafa Kemal Paşa’yı 9.Ordu Müfettişliğine atamıştır. Güvendiği arkadaşlarını yanına alan Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Bu tarih aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın fiilen başladığı tarihtir.
Mustafa Kemal, askeri örgütlenmeyi sağlamak için Havza’dan Anadolu’daki tüm komutanlarla temasa geçmiştir. Komutanlara ve Valilere yayınladığı genelgelerle (Havza Genelgesi) halka felaketin büyüklüğünün anlatılmasını ve işgallere karşı da mitinglerin yapılmasını istemiştir. İlk miting 30 Mayıs 1919’da Havza’da yapılmıştır.
Ermeniler kurdukları Alaylarla Doğu Anadolu’da yayılmaya ve bölgedeki Türklere zulüm ve baskı yapmaya başladılar. Kozan, Osmaniye, Mersin ve Adana’ya Fransızlarla birlikte Ermeni çetecileri de geldi. Yunanlılar kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi’ni ele geçirmek üzere, İngiliz, Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgale başladılar. İzmir’in işgaline tepki olarak gazeteci Hasan Tahsin tarafından düşmana atılan ilk kurşun Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olmuştur. Daha sonra Yunanlılar 3 koldan Ege Bölgesi’ni işgale başladılar. Mondros ateşkes antlaşmasından sonra işgallerin başlamasına karşılık Padişah ve Osmanlı Hükümeti işgallere karşı ses çıkarmamışlar, orduyu geliştirip güçlendirmeye yönelmemişler, sadece kendi çıkarlarını düşünmüşler, çekingen ve korkak davranmışlar, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için hiçbir tedbir almamışlardır.
Kurtuluş Savaşı Öncesi Durum
Kurtuluş savaşımızda işgallere karşı ilk silahlı direniş Güneydoğu Anadolu’da Fransızlara karşı başlamışsa da, ilk Kuvayı Milliye hareketi Batı Anadolu’da Yunanlılara karşı oluşturulmuştur. Yunan birliklerinin İzmir’i işgal etmesi ve Anadolu içlerine ilerlemeye başlamasına seyirci kalan Osmanlı Hükümeti’nden artık hiçbir şey beklenemezdi. Bu durum, Kuvayı Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadele’nin başlamasını kolaylaştırıcı etkenler olmuştu. MUSTAFA KEMAL’İN SAMSUN’A ÇIKIŞI VE KONGRELER Gelişmeleri yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, Türk Halkının ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız olarak bağımsız, yeni bir Türk devleti kuracak güçte olduğunu inanıyordu. Padişahın ve İstanbul Hükümeti’nin teslimiyetçi tutumu karşısında kurtuluş yolunun Milli Mücadele olduğunu anlamıştı. Düşman işgallerine karşı bazı bölgelerde gösterilen direniş ve milli teşekküllerin kurulması da onu umutlandırmıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmek için bir fırsat aradığı sırada, Karadeniz’deki Pontus Rum çetelerinin bölgedeki Türklere karşı saldırıları artmıştı. İngiltere asayiş ve sükunun sağlanmaması durumunda bölgeyi işgal edeceğini bir nota ile İstanbul Hükümeti’ne bildirdi. Padişah bölgedeki güvenliğin sağlanması için Mustafa Kemal Paşa’yı 9.Ordu Müfettişliğine atamıştır. Güvendiği arkadaşlarını yanına alan Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Bu tarih aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın fiilen başladığı tarihtir.
Mustafa Kemal, askeri örgütlenmeyi sağlamak için Havza’dan Anadolu’daki tüm komutanlarla temasa geçmiştir. Komutanlara ve Valilere yayınladığı genelgelerle (Havza Genelgesi) halka felaketin büyüklüğünün anlatılmasını ve işgallere karşı da mitinglerin yapılmasını istemiştir. İlk miting 30 Mayıs 1919’da Havza’da yapılmıştır.
Kurtuluş Savaşı Nedenleri
Kurtuluş savaşı bir işgale uğramış yurt topraklarını savunma ve
işgal kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin ifade edilmesidir. Kısacası
Kurtuluş savaşı'nın temel nedeni yada gerekçesi İşgal edilen ve düşman elinde
olan toprakların tekrar kazanılmasıdır. Ayrıntılı olarak Kurtuluş savaşı'nın
yada mücadele edilmesinin nedenleri Amasya genelgesi ile Mustafa Kemal Atatürk
ve arkadaşları tarafından kaleme alınmış ve resmen 22 Haziran 1919 tarihinde
gerekli kişi ve kurumlara duyurulmuştur.
Amasya genelgesinde Kurtuluş savaşı'nın nedenleri (Gerekçeler) şöyledir:
1. Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. (Gerekçe)
2. İstanbul Hükümeti, üzerine düşen görevi yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok durumuna düşürmektedir.
Kurtuluş Savaşı Nedenleri
3. Milletin geleceğini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. (Amaç ve yöntem)
4. Her türlü etki ve denetimden uzak bir kurul oluşturulmalıdır. (Temsil Kurulu)
5. Anadolu’nun en güvenilir yeri olan Sivas’ta milli bir kongre düzenlenmeli, bunun için de her bölgeden üç delege Sivas’ta olacak şekilde yola çıkmalıdır.
6. Delegelerin seçimlerini Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri ve belediyeler yapacaktır.
7. Doğu illeri için 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.
8. Mevcut askeri ve milli örgütler kesinlikle dağıtılmayacak, komuta bırakılmayacak ve başkalarına teslim edilmeyecek.
9. Bu genelge sır olarak tutulmalı ve delegeler kimliklerini gizli tutarak seyahat etmelidirler.
Amasya genelgesinde Kurtuluş savaşı'nın nedenleri (Gerekçeler) şöyledir:
1. Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. (Gerekçe)
2. İstanbul Hükümeti, üzerine düşen görevi yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok durumuna düşürmektedir.
Kurtuluş Savaşı Nedenleri
3. Milletin geleceğini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. (Amaç ve yöntem)
4. Her türlü etki ve denetimden uzak bir kurul oluşturulmalıdır. (Temsil Kurulu)
5. Anadolu’nun en güvenilir yeri olan Sivas’ta milli bir kongre düzenlenmeli, bunun için de her bölgeden üç delege Sivas’ta olacak şekilde yola çıkmalıdır.
6. Delegelerin seçimlerini Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri ve belediyeler yapacaktır.
7. Doğu illeri için 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.
8. Mevcut askeri ve milli örgütler kesinlikle dağıtılmayacak, komuta bırakılmayacak ve başkalarına teslim edilmeyecek.
9. Bu genelge sır olarak tutulmalı ve delegeler kimliklerini gizli tutarak seyahat etmelidirler.
Kurtuluş Savaşı
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini
belirleyen Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ile Anadolu ve Trakya her
türlü işgale açık bir duruma geliyordu. Çünkü Mondros ateşkes hükümleri galip
devletlere gerekli gördükleri her yeri işgal etme hakkı tanıyordu. Ülke işgale
uğrarken Padişah için önemli olan; saltanatın, halifeliğin ve hanedanın selameti
idi. Bu antlaşma çok ağır koşulları içerirken, İstanbul Hükümeti ileride
yapılacak barış görüşmelerinde bu koşulları hafifletebileceğini
umuyordu.
Mondros Ateşkes antlaşmasının hemen ardından işgaller başladı. Bu antlaşmanın 7 inci maddesine göre, İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit eden bir durumu bahane ederek istedikleri bölgeleri işgal edebileceklerdi.
Boğazlar İngilizlerin kontrolüne geçti. İngilizler Çanakkale, Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş, Samsun, Bilecik, Merzifon, Urla ve Kars’ı işgal ettiler. Fransızlar ise; Trakya’daki demiryolunun önemli istasyonlarını, Dörtyol, Mersin, Adana ve Afyon istasyonunu işgal ettiler. İngilizler tarafından işgal edilen, Güney Doğu’daki bazı iller daha sonradan Fransızlara terk edilmiştir. İtalyanlar ise Antalya, Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris’i işgal ettiler. Konya ve Akşehir’e de asker yolladılar. Mondros Mütarekesi’nin Doğu Anadolu’da 6 vilayetin Ermenilere bırakılacağına ilişkin maddesi Ermenileri harekete geçirdi. Ermeniler kurdukları Alaylarla Doğu Anadolu’da yayılmaya ve bölgedeki Türklere zulüm ve baskı yapmaya başladılar. Kozan, Osmaniye, Mersin ve Adana’ya Fransızlarla birlikte Ermeni çetecileri de geldi.
Yunanlılar kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi’ni ele geçirmek üzere, İngiliz, Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgale başladılar. İzmir’in işgaline tepki olarak gazeteci Hasan Tahsin tarafından düşmana atılan ilk kurşun Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olmuştur. : Mondros ateşkes antlaşmasından sonra işgallerin başlamasına karşılık Padişah ve Osmanlı Hükümeti işgallere karşı ses çıkarmamışlar, orduyu geliştirip güçlendirmeye yönelmemişler, sadece kendi çıkarlarını düşünmüşler, çekingen ve korkak davranmışlar, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için hiçbir tedbir almamışlardır.
Kurtuluş Savaşı
Kurtuluş savaşımızda işgallere karşı ilk silahlı direniş Güneydoğu Anadolu’da Fransızlara karşı başlamışsa da, ilk Kuvayı Milliye hareketi Batı Anadolu’da Yunanlılara karşı oluşturulmuştur. Yunan birliklerinin İzmir’i işgal etmesi ve Anadolu içlerine ilerlemeye başlamasına seyirci kalan Osmanlı Hükümeti’nden artık hiçbir şey beklenemezdi. Bu durum, Kuvayı Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadele’nin başlamasını kolaylaştırıcı etkenler olmuştu. 19 Mayıs 1919′da Atatürk Samsun’a çıkmıştır.Amasya genelgesi yayınlanmıştır.Daha sonra Erzurum ve Sivas kongreleri gerçekleştirilmiştir. İstanbul’un işgali edilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla Osmanlı yönetimi çökmüştür. Padişah İtilaf Devletlerin esiri haline gelmişti. Böyle bir durumda ulus kendisini yönetmeye başlamalıdır. Ulusu temsil eden, ulus adına karar veren yetkili organa ihtiyaç vardır. Bu da yeni bir meclistir. 23 Nisan 1920’de 338 milletvekilinin katılımı ile TBMM açıldı.
Osmanlı Devleti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz, Polanya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven ve Çekoslavakya devletleri arasında imzalanan, Türk’ün ölüm fermanı olarak bilinen Sevr anlaşması imzalanmıştır. TBMM’nin Sevr Antlaşmasına tepkisi çok sert olup, bu antlaşmayı imzalayanları ve onaylayanları vatan haini saymaya karar vermiştir. Doğu cephesi,Güney cephesi,Batı cephesi,I.-II. İnönü savaşları ve son olarak Sakarya meydan muharebesi savaşları verilmiştir. Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Anadolu’nun sonsuza kadar Türk yurdu olarak kalacağı bütün dünyaya kanıtlanmıştır. Mudanya ateşkes ardından Lozan barış anlaşması imzalanmış Yeni Türk Devleti tüm dünyaya kabul ettirilmiştir. Böylece Türkiye tüm sömürge uluslara örnek olmuştur.
Mondros Ateşkes antlaşmasının hemen ardından işgaller başladı. Bu antlaşmanın 7 inci maddesine göre, İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit eden bir durumu bahane ederek istedikleri bölgeleri işgal edebileceklerdi.
Boğazlar İngilizlerin kontrolüne geçti. İngilizler Çanakkale, Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş, Samsun, Bilecik, Merzifon, Urla ve Kars’ı işgal ettiler. Fransızlar ise; Trakya’daki demiryolunun önemli istasyonlarını, Dörtyol, Mersin, Adana ve Afyon istasyonunu işgal ettiler. İngilizler tarafından işgal edilen, Güney Doğu’daki bazı iller daha sonradan Fransızlara terk edilmiştir. İtalyanlar ise Antalya, Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris’i işgal ettiler. Konya ve Akşehir’e de asker yolladılar. Mondros Mütarekesi’nin Doğu Anadolu’da 6 vilayetin Ermenilere bırakılacağına ilişkin maddesi Ermenileri harekete geçirdi. Ermeniler kurdukları Alaylarla Doğu Anadolu’da yayılmaya ve bölgedeki Türklere zulüm ve baskı yapmaya başladılar. Kozan, Osmaniye, Mersin ve Adana’ya Fransızlarla birlikte Ermeni çetecileri de geldi.
Yunanlılar kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi’ni ele geçirmek üzere, İngiliz, Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgale başladılar. İzmir’in işgaline tepki olarak gazeteci Hasan Tahsin tarafından düşmana atılan ilk kurşun Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olmuştur. : Mondros ateşkes antlaşmasından sonra işgallerin başlamasına karşılık Padişah ve Osmanlı Hükümeti işgallere karşı ses çıkarmamışlar, orduyu geliştirip güçlendirmeye yönelmemişler, sadece kendi çıkarlarını düşünmüşler, çekingen ve korkak davranmışlar, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için hiçbir tedbir almamışlardır.
Kurtuluş Savaşı
Kurtuluş savaşımızda işgallere karşı ilk silahlı direniş Güneydoğu Anadolu’da Fransızlara karşı başlamışsa da, ilk Kuvayı Milliye hareketi Batı Anadolu’da Yunanlılara karşı oluşturulmuştur. Yunan birliklerinin İzmir’i işgal etmesi ve Anadolu içlerine ilerlemeye başlamasına seyirci kalan Osmanlı Hükümeti’nden artık hiçbir şey beklenemezdi. Bu durum, Kuvayı Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadele’nin başlamasını kolaylaştırıcı etkenler olmuştu. 19 Mayıs 1919′da Atatürk Samsun’a çıkmıştır.Amasya genelgesi yayınlanmıştır.Daha sonra Erzurum ve Sivas kongreleri gerçekleştirilmiştir. İstanbul’un işgali edilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla Osmanlı yönetimi çökmüştür. Padişah İtilaf Devletlerin esiri haline gelmişti. Böyle bir durumda ulus kendisini yönetmeye başlamalıdır. Ulusu temsil eden, ulus adına karar veren yetkili organa ihtiyaç vardır. Bu da yeni bir meclistir. 23 Nisan 1920’de 338 milletvekilinin katılımı ile TBMM açıldı.
Osmanlı Devleti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz, Polanya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven ve Çekoslavakya devletleri arasında imzalanan, Türk’ün ölüm fermanı olarak bilinen Sevr anlaşması imzalanmıştır. TBMM’nin Sevr Antlaşmasına tepkisi çok sert olup, bu antlaşmayı imzalayanları ve onaylayanları vatan haini saymaya karar vermiştir. Doğu cephesi,Güney cephesi,Batı cephesi,I.-II. İnönü savaşları ve son olarak Sakarya meydan muharebesi savaşları verilmiştir. Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Anadolu’nun sonsuza kadar Türk yurdu olarak kalacağı bütün dünyaya kanıtlanmıştır. Mudanya ateşkes ardından Lozan barış anlaşması imzalanmış Yeni Türk Devleti tüm dünyaya kabul ettirilmiştir. Böylece Türkiye tüm sömürge uluslara örnek olmuştur.
İzmir'in İşgali
İzmir'in işgali düşüncesi 1919'un Şubat ortalarında Yunanistan
başbakanı Venizelos'un önerisiyle, İngiltere başbakanı Lloyd George tarafından
ortaya atıldı.
İzmir'in İşgali, I. Dünya Savaşı sonrasında Paris'te toplanan uluslararası barış konferansının kararıyla ortaya çıktı. ABD başkanı Wilson bu öneriye önce kesinlikle karşı çıktı, ancak 25 Mart olayında daha esnek bir tavrı benimsedi. 7 Mayıs'ta İngiltere, ABD ve Fransa, Yunan donanmasının İzmir'e gönderilmesinde mutabık kaldılar.
İzmir'in işgali kansız başladı. Hatta İzmir'in işgalini 1 gün önceden bildiğinden İzmir'deki Osmanlı Ordusuna karşılık vermemesini emretmiştir. Böylece İzmir'deki Osmanlı Ordusu hareketsiz kaldı ve Yunanlılara teslim oldu.
İşgal günü Yunan ordusunun en yaman birlikleri olan evzon askerleri şehirde zafer turu attılar. Bu zafer turu sırasında Türk subayları sahil şeridine dizdiler.
Aziz Nesin bu olayı daha sonra araştırmalarına dayanarak kitabında anlatacaktı: Bir Türk Subayı Evzon askerinin "Zito Venizelos" diye bağırmasını istediği halde yapmadığı için öldürüldü. Evzon askerleri şehri her gezdiklerinde ve subaya geri döndüklerinde bir kez süngüleniyordu. Bu Türk Subayı 22 kez süngülendi ve şehit oldu.
Yunanlılar daha ilk gün birçok Türk asker ve vatandaşı öldürdü. Böylece işgal daha ilk günde 400 kişiye mâl oldu. İşgal başladığı sıralarda, bu görüntüye daha fazla tahammül edemeyen gazeteci Hasan Tahsin, silahını çekip ateşleyerek en öndeki Yunan bayraktarını başından vurmuştur. Bu hareket, Kurtuluş Savaşı'nı başlatan ilk kurşun olarak kabul edilir.
İzmir'in işgali ile Türk halkında var olan fakat yetersiz komutanlar yüzünden kullanılamayan mücadele yeteneği tekrar uyandı ve İzmir'deki bir kısım asker istifa ederek Milli Mücadele'ye katıldı. Aynı zamanda İzmir'de kalan Türkler de işgalin getirdiği huzursuzluğa dayanamadı ve Anadolu'ya göç etti.
İzmirin İsgali
Kalmakta ısrar eden Türk ailelerse Yunan askerinin tavırlarına ve yaptıkları eziyetlere daha fazla dayanamayıp Anadolu'daki milli mücadeleye destek vermek amaçlı olarak göç ettiler.
Türk asker ve subayları dipçiklenerek, süngülenerek öldürülüyor, üzerlerindeki kıymetli eşyalar zorla alınıyordu. İşgale karşı boyun eğmiş bulunan Ali Nadir Paşa yerde sürüklenerek tekmeleniyordu.
Türk subayları "Zito Venizelos" diye bağırmaya zorlanıyor, ağır hakaretlere uğruyorlardı. Bağırmayı reddedenler ise süngüleniyordu. Reddedenlerden Albay Fethi Bey'de süngülenerek şehit edildi.
Şehrin diğer yerlerinde de olaylar, yağma, öldürme ve tecavüz olayları başladı. Türkler'e ait evler ve işyerleri Rumlar tarafından yağmalanıyor, canını, malını, namusunu korumak isteyen Türkler öldürülüyordu.
Bütün bu olaylar "uygar ulusların temsilcilerinin" gözleri önünde, "uygar devletlerin" izniyle yapılıyordu. Lord Curzon'un 18 Nisan 1919 tarihli bildirisinde "Selanik kapılarının 5 mil dışında asayişi sağlayamayan Yunanistan'ın Aydın Vilayeti'nde (İzmir o tarihte Aydın Vilayeti içinde idi.) barış ve güvenlik sağlamakla görevlendirilmesini" uygun görmediğini açıkladığı Yunanlılar ilk gün 400 Türk öldürmüşlerdi.
Çevre köy ve kazalardaki olaylarla bir iki gün içinde 5.000 kadar Türk öldürüldü."
İzmir kenti ile birlikte Ayvalık, iki kent arasındaki sahil şeridi, Çeşme yarımadası ve Belkahve'ye kadar İzmir'in hinterlandı da işgal edilmiştir.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasından sonra Yunan ordusu İzmir'den harekete geçerek, Sevr Antlaşması ile İtalyan bölgesi olarak kabul edilen Manisa, Uşak, Denizli, Balıkesir, Bursa şehirlerini de işgal etmiştir.
Bu sebeple Yunanistan ile arasında ihtilaf çıkan İtalya ise bu işgalden sonra Kurtuluş Savaşı müddetince Ankara hükümetini desteklemiş ve askeri yardım da yapmıştır.
İzmir'in İşgali, I. Dünya Savaşı sonrasında Paris'te toplanan uluslararası barış konferansının kararıyla ortaya çıktı. ABD başkanı Wilson bu öneriye önce kesinlikle karşı çıktı, ancak 25 Mart olayında daha esnek bir tavrı benimsedi. 7 Mayıs'ta İngiltere, ABD ve Fransa, Yunan donanmasının İzmir'e gönderilmesinde mutabık kaldılar.
İzmir'in işgali kansız başladı. Hatta İzmir'in işgalini 1 gün önceden bildiğinden İzmir'deki Osmanlı Ordusuna karşılık vermemesini emretmiştir. Böylece İzmir'deki Osmanlı Ordusu hareketsiz kaldı ve Yunanlılara teslim oldu.
İşgal günü Yunan ordusunun en yaman birlikleri olan evzon askerleri şehirde zafer turu attılar. Bu zafer turu sırasında Türk subayları sahil şeridine dizdiler.
Aziz Nesin bu olayı daha sonra araştırmalarına dayanarak kitabında anlatacaktı: Bir Türk Subayı Evzon askerinin "Zito Venizelos" diye bağırmasını istediği halde yapmadığı için öldürüldü. Evzon askerleri şehri her gezdiklerinde ve subaya geri döndüklerinde bir kez süngüleniyordu. Bu Türk Subayı 22 kez süngülendi ve şehit oldu.
Yunanlılar daha ilk gün birçok Türk asker ve vatandaşı öldürdü. Böylece işgal daha ilk günde 400 kişiye mâl oldu. İşgal başladığı sıralarda, bu görüntüye daha fazla tahammül edemeyen gazeteci Hasan Tahsin, silahını çekip ateşleyerek en öndeki Yunan bayraktarını başından vurmuştur. Bu hareket, Kurtuluş Savaşı'nı başlatan ilk kurşun olarak kabul edilir.
İzmir'in işgali ile Türk halkında var olan fakat yetersiz komutanlar yüzünden kullanılamayan mücadele yeteneği tekrar uyandı ve İzmir'deki bir kısım asker istifa ederek Milli Mücadele'ye katıldı. Aynı zamanda İzmir'de kalan Türkler de işgalin getirdiği huzursuzluğa dayanamadı ve Anadolu'ya göç etti.
İzmirin İsgali
Kalmakta ısrar eden Türk ailelerse Yunan askerinin tavırlarına ve yaptıkları eziyetlere daha fazla dayanamayıp Anadolu'daki milli mücadeleye destek vermek amaçlı olarak göç ettiler.
Türk asker ve subayları dipçiklenerek, süngülenerek öldürülüyor, üzerlerindeki kıymetli eşyalar zorla alınıyordu. İşgale karşı boyun eğmiş bulunan Ali Nadir Paşa yerde sürüklenerek tekmeleniyordu.
Türk subayları "Zito Venizelos" diye bağırmaya zorlanıyor, ağır hakaretlere uğruyorlardı. Bağırmayı reddedenler ise süngüleniyordu. Reddedenlerden Albay Fethi Bey'de süngülenerek şehit edildi.
Şehrin diğer yerlerinde de olaylar, yağma, öldürme ve tecavüz olayları başladı. Türkler'e ait evler ve işyerleri Rumlar tarafından yağmalanıyor, canını, malını, namusunu korumak isteyen Türkler öldürülüyordu.
Bütün bu olaylar "uygar ulusların temsilcilerinin" gözleri önünde, "uygar devletlerin" izniyle yapılıyordu. Lord Curzon'un 18 Nisan 1919 tarihli bildirisinde "Selanik kapılarının 5 mil dışında asayişi sağlayamayan Yunanistan'ın Aydın Vilayeti'nde (İzmir o tarihte Aydın Vilayeti içinde idi.) barış ve güvenlik sağlamakla görevlendirilmesini" uygun görmediğini açıkladığı Yunanlılar ilk gün 400 Türk öldürmüşlerdi.
Çevre köy ve kazalardaki olaylarla bir iki gün içinde 5.000 kadar Türk öldürüldü."
İzmir kenti ile birlikte Ayvalık, iki kent arasındaki sahil şeridi, Çeşme yarımadası ve Belkahve'ye kadar İzmir'in hinterlandı da işgal edilmiştir.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasından sonra Yunan ordusu İzmir'den harekete geçerek, Sevr Antlaşması ile İtalyan bölgesi olarak kabul edilen Manisa, Uşak, Denizli, Balıkesir, Bursa şehirlerini de işgal etmiştir.
Bu sebeple Yunanistan ile arasında ihtilaf çıkan İtalya ise bu işgalden sonra Kurtuluş Savaşı müddetince Ankara hükümetini desteklemiş ve askeri yardım da yapmıştır.
Ermeni Sorunu
Günümüzde içinden çıkılması güç bir durum haline gelmiş olan bir
sorundur. Ermeni Sorunu. Tıpkı geçmişte Osmanlı’ya yapıldığı gibi günümüzde de
Türkiye üzerine oynanan bir oyundur.
Dünya üzerinde, Asya ve Avrupa kıtalarını birleştirmesi münasebetiyle, çok zengin yer altı kaynaklarının olması sebebiyle ve dünyanın sayılı turizm merkezlerinin bulunması sebebiyle birçok asalak geçinen ülkenin gözü üstünde olan bir ülkedir Türkiye. Üç kıtaya yayıldığı dönemde fethettiği ülkelere hoşgörü ve insanlığı götüren Osmanlı’ya devşirme olarak giren Ermeniler hanedan da vezirliğe kadar yükselmişler, memleket idaresinde söz sahibi olmuşlardır.
Tamamı Türk ismiyle anılır olmuş, Türklerden fazla Türk olmuşlardır.
Kısaca asırladır Ermeniler ve Türkler bu topraklarda kardeşçe yaşamışlardır. Fakat başta söylediğimiz gibi; Osmanlıyı yaptığı savaşlarda yenemeyen dış mihraklar, ülkeyi işgal etmiş, kendi arasında paylaşmış, fakat yapılan istiklal savaşı neticesinde, bozguna uğrayarak terk bu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Ama faşizan duygularından vazgeçmeyerek, Türkiye topraklarından almak istedikleri payın hesabını yapmaya devam etmişlerdir.
Sırf bu sebepten dolayı Ermeni halkıyla Türk halkını yaptıkları entrikalarla birbirine düşürmeyi başarmışlardır. Daha kısa bir zaman öncesine kadar sofrasını paylaştığı komşusuna düşmanlık besler hale getirmişlerdir. Tabi bu konuda Ermeni insanının şiddete yatkın tavrı da tetikleyici olmuştur.
Ermeni Sorunu
Dış güçler tarafından; sizin hakkınız özgürlük, siz başka bir milletsiniz, Türkler sizi sömürüyor, propagandalarına kanan, adına; “Komitacılar” denilen bir grup
1. Dünya savaşı sırasında, Türk askeri cephede çarpışırken, yerleşim yerlerini işgal edip, kadın çocuk demeden katletmeye başlamışlardır.
Devlet tarafından bu olayları bastırma hareketleri provoke edilip;” Soykırım” olarak adlandırılmıştır. Bu durum daha sonraki yıllarda tırmanış gösterip, Türkiye’nin 70’li yıllarda yaşadığı buhranı fırsat bilip Avrupa’da bir takım faaliyetler gösterip ‘Asala Militanlarınca” Büyük Elçi ve Ataşelere suikastlar düzenlemişlerdir. Bu durum diplomatik kanallarca yapılan girişimler sonucu bastırılmıştır. Fakat 80’li yılarda kurulan PKK terör örgütü ekmeklerine yağ sürmüş ve örgüte açık destek vermişlerdir. Öldürülen birçok teröristin üzerinden Ermenistan kimliği çıktığı bilinmektedir.
Bütün bu yaşanan olayların sebebi; Türkiye’den pay koparmaya çalışan dış güçlerin işidir. Fakat Ermenilerin çıkarları da yabana atılmamalıdır. Dünya üzerinde ülkelerin meclislerinden Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığına dair kararlar geçirtmeye çalışmaktadırlar. Dünya ülkelerinin yarısından fazlası tarafından soykırım olmuştur şeklinde bir karar alınırsa, büyük paralar kazanacaklardır. Bugüne kadar bu teklif 20 ülkede ve Amerika’da 41 eyalette kabul edilmiştir.
Dünya üzerinde, Asya ve Avrupa kıtalarını birleştirmesi münasebetiyle, çok zengin yer altı kaynaklarının olması sebebiyle ve dünyanın sayılı turizm merkezlerinin bulunması sebebiyle birçok asalak geçinen ülkenin gözü üstünde olan bir ülkedir Türkiye. Üç kıtaya yayıldığı dönemde fethettiği ülkelere hoşgörü ve insanlığı götüren Osmanlı’ya devşirme olarak giren Ermeniler hanedan da vezirliğe kadar yükselmişler, memleket idaresinde söz sahibi olmuşlardır.
Tamamı Türk ismiyle anılır olmuş, Türklerden fazla Türk olmuşlardır.
Kısaca asırladır Ermeniler ve Türkler bu topraklarda kardeşçe yaşamışlardır. Fakat başta söylediğimiz gibi; Osmanlıyı yaptığı savaşlarda yenemeyen dış mihraklar, ülkeyi işgal etmiş, kendi arasında paylaşmış, fakat yapılan istiklal savaşı neticesinde, bozguna uğrayarak terk bu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Ama faşizan duygularından vazgeçmeyerek, Türkiye topraklarından almak istedikleri payın hesabını yapmaya devam etmişlerdir.
Sırf bu sebepten dolayı Ermeni halkıyla Türk halkını yaptıkları entrikalarla birbirine düşürmeyi başarmışlardır. Daha kısa bir zaman öncesine kadar sofrasını paylaştığı komşusuna düşmanlık besler hale getirmişlerdir. Tabi bu konuda Ermeni insanının şiddete yatkın tavrı da tetikleyici olmuştur.
Ermeni Sorunu
Dış güçler tarafından; sizin hakkınız özgürlük, siz başka bir milletsiniz, Türkler sizi sömürüyor, propagandalarına kanan, adına; “Komitacılar” denilen bir grup
1. Dünya savaşı sırasında, Türk askeri cephede çarpışırken, yerleşim yerlerini işgal edip, kadın çocuk demeden katletmeye başlamışlardır.
Devlet tarafından bu olayları bastırma hareketleri provoke edilip;” Soykırım” olarak adlandırılmıştır. Bu durum daha sonraki yıllarda tırmanış gösterip, Türkiye’nin 70’li yıllarda yaşadığı buhranı fırsat bilip Avrupa’da bir takım faaliyetler gösterip ‘Asala Militanlarınca” Büyük Elçi ve Ataşelere suikastlar düzenlemişlerdir. Bu durum diplomatik kanallarca yapılan girişimler sonucu bastırılmıştır. Fakat 80’li yılarda kurulan PKK terör örgütü ekmeklerine yağ sürmüş ve örgüte açık destek vermişlerdir. Öldürülen birçok teröristin üzerinden Ermenistan kimliği çıktığı bilinmektedir.
Bütün bu yaşanan olayların sebebi; Türkiye’den pay koparmaya çalışan dış güçlerin işidir. Fakat Ermenilerin çıkarları da yabana atılmamalıdır. Dünya üzerinde ülkelerin meclislerinden Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığına dair kararlar geçirtmeye çalışmaktadırlar. Dünya ülkelerinin yarısından fazlası tarafından soykırım olmuştur şeklinde bir karar alınırsa, büyük paralar kazanacaklardır. Bugüne kadar bu teklif 20 ülkede ve Amerika’da 41 eyalette kabul edilmiştir.
Çanakkale Cephesi
Çanakkale Cephesi, Ekonomik açıdan büyük sıkıntı çeken Rusya
müttefiklerin den yardım istemiştir. İngiltere ve Fransa Rusya ya boğazlar
yoluyla yardım sözü vererek Çanakkale cephesi açılmıştır. Bu cephe ile itilaf
devletleri başarı elde edip Osmanlı devletinin başkentini ele geçirip Süveyş
kanalı il Hint deniz yolu üzerindeki Türk baskısını kaldıracak Trakya üzerinden
ittifak devletlerine karşı yeni bir cephe açıp Osmanlı devletini barışa mecbur
zorlamış olacaklardı.
İngiliz ve Fransız donanmaları 19 şubat 1915 ten itibaren Çanakkale boğazının iki tarafındaki Türk savunma yerlerini bombalamaya başlamışlardır. Çok şiddetli geçen bu savaş 18 Marta kadar sürmüştür.
İngilizler ve Fransızlar donanma çıkarma girişiminde başarılı olamadılar ve büyük bir yenilgiye uğradılar. Çanakkale boğazının geçilmeyeceğini anlayan İngilizler 25 nisan 1915 te General Hamilton komutasında Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin de katılımıyla Gelibolu yarım adasına çıkarma yaptılar. Bu bölgede 19. Tümen kumandanı olarak Mustafa Kemal Arıburnu, Anafartalar ve Conkbayırda düşman kuvvetlerinin yenilgiye uğrattı ve Anafartalarda ki üstün başarısından dolayı kendine Anafartalar kahramanı unvanı verildi.
Çanakkale'nin karadan da geçilemeyeceğini anlayan itilaf devletleri ocak 1916 yılında Geliboluyu boşalttı. Çanakkale savaşı başarılı komutanların sayesinde düşmana Çanakkale'nin geçilemeyeceğini bütün dünyaya göstermiş olu.
Çanakkale’nin karadan da geçilemeyeceğini anlayan İtilaf Devletleri, Ocak 1916’da Gelibolu’yu boşaltmak zorunda kaldılar. Çanakkale Savaşları, iyi komutanların yönetimindeki Türk askerlerinin, üstün düşman kuvvetleri tarafından bile yenilemeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir.
Çanakkale savaşının sonuçları
Savaşın başı
Çanakkale Cephesi
Tarafsızlığını koruyan Bulgaristan ittifak devletlerinin yanına geçip Almanyanın yardım etmesi gereken adımı atmıştır
Yunanistan itilaf devletlerine geçmemişken yaklaşan Bulgaristan tehlikesi yüzünden müttefiklerine Selanik'i üs olarak verdi ve kurtuluş savaşına giden yolda bir ortaklık başlatmış oldu
9 ekim de Almanya ve Avusturya orduları kuzeyden, Bulgar orduları ise doğudan girip Belgradı almışlardır
Askeri mühimmat yardımı alamayan Rusya da çarlık rejimi ve Bolşevik devrimi yıkılıp Rusya Batı Avrupa dan tamamen uzaklaşmıştır.
Bolşevik devrimi ile Rusya savaştan çekilince Osmanlı devleti Rus işgali altındaki topraklarını kurtarmıştır.
Amerika Rusya'nın savaştan çekilmesiyle yeni Rus rejimi tehlikesine karşı Batı Avrupa ile hem ilgilenmek hemde destek olmak zorunda kalmıştır.
Savaş sonrası İngiltere de büyük bir işsizlik meydana gelmiştir
Çanakkale savaşı Osmanlı devletinin 30 yıl gerilemesine sebep olmuştur.
Osmanlı devleti yerli sanayi ve tarıma ağırlık vermiştir. Ulusal ekonomi bakanlığı adını "Milli vekaleti" olarak değiştirmiştir. Milliyetçi yasalar çıkarılmıştır.
Çanakkale savaşlarında toplam 500 bin insan ölmüş , 1. Ve 2. Dünya savaşlarının 2 yıl uzamasında etkili olmuştur.
Osmanlı devletinin başarılı olduğu tek cephe Çanakkale cephesidir.
Mustafa Kemal Çanakkale savaşıyla tüm dünyaya adını duyurmuştur.
Morali bozulan ve sürekli yenilgiye uğrayan Osmanlı devleti Çanakkale savaşıyla milli bir ruha bürünmüştür.
Çanakkale savaşından 100 binden fazla okumuş askerleri kaybettik ve Osmanlı uzun senelerce bu okumuş askerlerin yokluğunu çekmiştir. Mustafa Kemal bu sözüyle bunu çok güzel özetlemiştir. “Biz Çanakkale’de bir Dar-ül fünun (Üniversite) gömdük."
İngiliz ve Fransız donanmaları 19 şubat 1915 ten itibaren Çanakkale boğazının iki tarafındaki Türk savunma yerlerini bombalamaya başlamışlardır. Çok şiddetli geçen bu savaş 18 Marta kadar sürmüştür.
İngilizler ve Fransızlar donanma çıkarma girişiminde başarılı olamadılar ve büyük bir yenilgiye uğradılar. Çanakkale boğazının geçilmeyeceğini anlayan İngilizler 25 nisan 1915 te General Hamilton komutasında Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin de katılımıyla Gelibolu yarım adasına çıkarma yaptılar. Bu bölgede 19. Tümen kumandanı olarak Mustafa Kemal Arıburnu, Anafartalar ve Conkbayırda düşman kuvvetlerinin yenilgiye uğrattı ve Anafartalarda ki üstün başarısından dolayı kendine Anafartalar kahramanı unvanı verildi.
Çanakkale'nin karadan da geçilemeyeceğini anlayan itilaf devletleri ocak 1916 yılında Geliboluyu boşalttı. Çanakkale savaşı başarılı komutanların sayesinde düşmana Çanakkale'nin geçilemeyeceğini bütün dünyaya göstermiş olu.
Çanakkale’nin karadan da geçilemeyeceğini anlayan İtilaf Devletleri, Ocak 1916’da Gelibolu’yu boşaltmak zorunda kaldılar. Çanakkale Savaşları, iyi komutanların yönetimindeki Türk askerlerinin, üstün düşman kuvvetleri tarafından bile yenilemeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir.
Çanakkale savaşının sonuçları
Savaşın başı
Çanakkale Cephesi
Tarafsızlığını koruyan Bulgaristan ittifak devletlerinin yanına geçip Almanyanın yardım etmesi gereken adımı atmıştır
Yunanistan itilaf devletlerine geçmemişken yaklaşan Bulgaristan tehlikesi yüzünden müttefiklerine Selanik'i üs olarak verdi ve kurtuluş savaşına giden yolda bir ortaklık başlatmış oldu
9 ekim de Almanya ve Avusturya orduları kuzeyden, Bulgar orduları ise doğudan girip Belgradı almışlardır
Askeri mühimmat yardımı alamayan Rusya da çarlık rejimi ve Bolşevik devrimi yıkılıp Rusya Batı Avrupa dan tamamen uzaklaşmıştır.
Bolşevik devrimi ile Rusya savaştan çekilince Osmanlı devleti Rus işgali altındaki topraklarını kurtarmıştır.
Amerika Rusya'nın savaştan çekilmesiyle yeni Rus rejimi tehlikesine karşı Batı Avrupa ile hem ilgilenmek hemde destek olmak zorunda kalmıştır.
Savaş sonrası İngiltere de büyük bir işsizlik meydana gelmiştir
Çanakkale savaşı Osmanlı devletinin 30 yıl gerilemesine sebep olmuştur.
Osmanlı devleti yerli sanayi ve tarıma ağırlık vermiştir. Ulusal ekonomi bakanlığı adını "Milli vekaleti" olarak değiştirmiştir. Milliyetçi yasalar çıkarılmıştır.
Çanakkale savaşlarında toplam 500 bin insan ölmüş , 1. Ve 2. Dünya savaşlarının 2 yıl uzamasında etkili olmuştur.
Osmanlı devletinin başarılı olduğu tek cephe Çanakkale cephesidir.
Mustafa Kemal Çanakkale savaşıyla tüm dünyaya adını duyurmuştur.
Morali bozulan ve sürekli yenilgiye uğrayan Osmanlı devleti Çanakkale savaşıyla milli bir ruha bürünmüştür.
Çanakkale savaşından 100 binden fazla okumuş askerleri kaybettik ve Osmanlı uzun senelerce bu okumuş askerlerin yokluğunu çekmiştir. Mustafa Kemal bu sözüyle bunu çok güzel özetlemiştir. “Biz Çanakkale’de bir Dar-ül fünun (Üniversite) gömdük."
5 Aralık 2017 Salı
Batı Cephesi
Birinci Dünya savaşının sonunda Osmanlı devleti Mondros ateşkes
antlaşmasını imzalayarak savaştan yenik ayrılmıştı. Mondros ateşkes
antlaşmasının maddeleri gereğince Türk ordusunun silah ve cephanesi elinden
alınacak, tüm askeri personeli 50.000 ile sınırlandırılacak. Bu durum
karşısından Osmanlı Genelkurmay Başkanı ordunun yeniden düzenlenmesi gerektiğini
söyledi ve 9 kolordu ve 20 tümen halinde örgütlenmeyi kabul ettirdi.16 Mart
1920’de İstanbul resmen işgal edildi ve Ankara da Türkiye Büyük Millet
Meclisinin açılması ve Osmanlı devletinin genel kurmayın kurduğu kolordu ve
tümenin önemi kalmamıştır.
Yunanlılar Ege de ilerlemeye başlayınca bazı askeri birliklerden karşılık geldi. Yunanlılar karşısında 17. kolordunun 56. Tümeni hiç karşı koymadı.bir kısmı Yunanlılar tarafından esir alınmış bir kısmı ise terhis edilerek bırakılmıştır. Yunan ordusuna karşı Kuvayi Milliye harekatı kurulmuştur. Kuvayi Milliye harekatı zayıf askeri birliklerden oluşmaktadır. Kuvayi Milliye ruhu belli bir süre sonra yayılmaya başladı ve halk hep birlikte savaşmaya karar verdi. Müdafaa-i hukuk örgütleri Kuvayi Milliye ye asker ve para sağlama işini üstlendiler. Böylece Ayvalık, Salihli, Denizliye kadar yunanlılara karşı Kuvayi Milliye cephesi kuruldu.
Mustafa Kemal o sırada Havzada idi ve Kuvayi Milliye ile ilgilenerek birliklere gönderdiği emirlerde her işgal eylemine karşı halkın silahlandırılarak karşı konulmasını bildirmişti. Kuvayi Miliyenin büyük bir kısmını efeler ve Ethem'in emrindeki askerler oluşturuyordu.
Mustafa Kemal Sivas kongresinde Kuvayi Milliye'nin örgütlenmesi gerektiğini söylemiş ve 9 eylül 1919 da Ali Fuat Paşaya "Batı Anadolu Genel Kuvayi Milliye Komutanlığı" görevini vermiştir.
Batı Cephesi
Ali Fuat Paşa başarılı olamadığı için 23 ekimde Albay Refet bey gönderildi ve bir rapor hazırlayarak uzun süre batı Anadolu cephesinin komuta altına alınamayacağını bildirdi ve batı cephesi albay refet bey komutasına verildi.
22 haziran 1920 de yunanlıların saldırısı üzerine Balıkesir ve Bursa düştü. Türkiye büyük millet meclisin de büyük tepkiler oluştu ve komutanların cezalandırılması istendi. Mustafa Kemal komutanlar yüzünden değil asker,silah ve mühimmat olmadığı için düştüğünü söylemiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi gerçek bir ordunun kurulması ve Kuvayi Milliye'nin düzenli ordu haline dönüştürülmesini söyledi. Meclisin kararı ile düzenli ordu kuruldu. Fakat batı cephesinde düzenli ordunun kurulmasını engelleyen 2 sebep vardı. 1. Firar olayları 2. Kuvayi Milliye örgütleri ve Ethem'in kuvvetleriydi. 1. Dünya savaşında 300.bin civarında asker kaçmıştır. Savaşın doğurdu ekonomik çöküntü, bunalım, açlık ve sefalet savaş başlamasında engelleyici bir durumdu. Asker kaçakları olduğu için düzenli ordu kurulmakta güçlük çekti ve firariler hakkından kanunun kabulüyle İstiklal Mahkemeleri kuruldu.
Batı cephesi sonuçları
TBMM hükümeti varlığını tüm Avrupa devletlerine resmen kabul ettirdi ve saygınlığı arttı
Avrupa ülkelerinde İngiliz ve Yunan politikasına karşı güvensizlik ve muhalefet başladı.
Ordunun kendine güveni geldi
Fransızlar Zonguldak tan, İtalyanlar Güney Anadolu dan çekildiler
2. İnönü muharebesinin kazanılmasından sonra Sovyet Rusya ve Afganistan gibi dost devletlerde büyük bir memnuniyet duymuş ve Ankara Hükümetine bildirilmiştir.
Yunanlılar Ege de ilerlemeye başlayınca bazı askeri birliklerden karşılık geldi. Yunanlılar karşısında 17. kolordunun 56. Tümeni hiç karşı koymadı.bir kısmı Yunanlılar tarafından esir alınmış bir kısmı ise terhis edilerek bırakılmıştır. Yunan ordusuna karşı Kuvayi Milliye harekatı kurulmuştur. Kuvayi Milliye harekatı zayıf askeri birliklerden oluşmaktadır. Kuvayi Milliye ruhu belli bir süre sonra yayılmaya başladı ve halk hep birlikte savaşmaya karar verdi. Müdafaa-i hukuk örgütleri Kuvayi Milliye ye asker ve para sağlama işini üstlendiler. Böylece Ayvalık, Salihli, Denizliye kadar yunanlılara karşı Kuvayi Milliye cephesi kuruldu.
Mustafa Kemal o sırada Havzada idi ve Kuvayi Milliye ile ilgilenerek birliklere gönderdiği emirlerde her işgal eylemine karşı halkın silahlandırılarak karşı konulmasını bildirmişti. Kuvayi Miliyenin büyük bir kısmını efeler ve Ethem'in emrindeki askerler oluşturuyordu.
Mustafa Kemal Sivas kongresinde Kuvayi Milliye'nin örgütlenmesi gerektiğini söylemiş ve 9 eylül 1919 da Ali Fuat Paşaya "Batı Anadolu Genel Kuvayi Milliye Komutanlığı" görevini vermiştir.
Batı Cephesi
Ali Fuat Paşa başarılı olamadığı için 23 ekimde Albay Refet bey gönderildi ve bir rapor hazırlayarak uzun süre batı Anadolu cephesinin komuta altına alınamayacağını bildirdi ve batı cephesi albay refet bey komutasına verildi.
22 haziran 1920 de yunanlıların saldırısı üzerine Balıkesir ve Bursa düştü. Türkiye büyük millet meclisin de büyük tepkiler oluştu ve komutanların cezalandırılması istendi. Mustafa Kemal komutanlar yüzünden değil asker,silah ve mühimmat olmadığı için düştüğünü söylemiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi gerçek bir ordunun kurulması ve Kuvayi Milliye'nin düzenli ordu haline dönüştürülmesini söyledi. Meclisin kararı ile düzenli ordu kuruldu. Fakat batı cephesinde düzenli ordunun kurulmasını engelleyen 2 sebep vardı. 1. Firar olayları 2. Kuvayi Milliye örgütleri ve Ethem'in kuvvetleriydi. 1. Dünya savaşında 300.bin civarında asker kaçmıştır. Savaşın doğurdu ekonomik çöküntü, bunalım, açlık ve sefalet savaş başlamasında engelleyici bir durumdu. Asker kaçakları olduğu için düzenli ordu kurulmakta güçlük çekti ve firariler hakkından kanunun kabulüyle İstiklal Mahkemeleri kuruldu.
Batı cephesi sonuçları
TBMM hükümeti varlığını tüm Avrupa devletlerine resmen kabul ettirdi ve saygınlığı arttı
Avrupa ülkelerinde İngiliz ve Yunan politikasına karşı güvensizlik ve muhalefet başladı.
Ordunun kendine güveni geldi
Fransızlar Zonguldak tan, İtalyanlar Güney Anadolu dan çekildiler
2. İnönü muharebesinin kazanılmasından sonra Sovyet Rusya ve Afganistan gibi dost devletlerde büyük bir memnuniyet duymuş ve Ankara Hükümetine bildirilmiştir.
Balkan Savaşları
Balkan savaşları
Birinci Balkan Savaşı (1912)
Birinci balkan savaşının nedenleri
Topraklarını büyütme hesapları yapan Balkan devletleri (Bulgaristan,Yunanistan,Sırbistanve Karadağ) Trablusgarp savaşını fırsat bilerek aralarında anlaşama yaparak Osmanlı devletine savaş açmaya karar vermişlerdir. Osmanlı devleti zaten bir çok bölgede savaşırken Balkan savaşı Osmanlı devletinin çökmesine yol açmış olup, Balkan devletleri de bundan fırsat bularak savaşı başlatmış ve Osmanlı devleti bu savaştan yenik ayrılmıştır.
Birinci Balkan Savaşı’nın Nedenleri:
Fransız ihtilalinden sonra yayılan ve tüm ülkeyi etkisi altına alan milliyetçilik akımının Balkan devletleri üzerindeki etkisi
Rusya’nın savaşı kazanmak için yanına çektiği Slav milletinin fazla toprak kazanacağı düşüncesi Balkan devletlerini savaşa sokmuştur
Osmanlı devletinin Almanya’ya duyduğu hayranlık ve Almanya’nın yanında savaşa girerse kaybettiği toprakları geri alacağı ümidi İngiltere’yi Reval görüşmeleri sonrasında Rusyayı balkanlarda serbest bırakması Balkanların topraklarını kaybetme korkusu yaşatmıştır
Avrupa devletlerinin balkan devletlerini Osmanlının savaştan çok toprak parçası alacağını söylemeleri balkan devletlerini Osmanlı devletine karşı kışkırtmıştır
Osmanlı devleti savaşlardan yenik, yorgun ve bitkin ayrıldığı için balkan devletlerin savaşı kolay kazanacağına inanmış olması
Osmanlı devletinde ki bazı yöneticilerin Balkan devletleriyle birleşmesi de savaşı başlatmalarına sebep olmuştur.
Bu nedenler sonucun da Osmanlı devleti ile Balkan devletleri arasında Londra Barış Antlaşması imzanlanmıştır. ( 30 mayıs 1913) antlaşmanın maddeleri şöyledir ;
Trakya da Osmanlı Bulgaristan sınırı Midye-Enez olmuştur
Trakya ve Edirne Bulgaristana , Güney Makedonya ,Selanik ve Girit Yunanistana ,Silistre Romanya’ya, Kuzey ve Orta Makedonya ise Sırbistana verilmiştir
Arnavutluk devletinin bağımsızlığı kabul edilmiştir.
Birinci Balkan Savaşı’nın sonuçları
Balkanlarda ki ve Ege denizinde ki Osmanlı hakimiyeti son bulmuştur
İmzalanan Londra antlaşması ile Bulgaristan Ege denizin de kıyı sahibi olmuştur
Osmanlı devletinin balkan devletleriyle imzaladığı Londra antlaşmasından dolayı sadece Bulgaristan ile sınır komşuluğu kalmıştır.
Birinci Balkan Savaşı’nın kaybedilmesinin nedenleri
Osmanlı devleti savaşlardan yenik ve bitkin bir halde çıktığı için sanayi alanında ilerleme kaydedememiştir.
Osmanlı devletinin ordusunun sayısı savaşlarda yeterli olmamıştır.
Osmanlı devleti dört cephede savaşmak zorunda kaldığı için mühimmat ve askerlerini kaybetmiştir
En önemli sebep ise orduda görev yapan 65.000 askerin gençleştirme politikası adı altında terhis ettirilmesi
İkinci Balkan Savaşı (1913)
İkinci Balkan Savaşı’nın Nedenleri
Osmanlı devleti savaştan yorgun ve bitkini çıktığı için otoritesini kaybetmiştir ve balkan devletlerine bir fırsat sunmuştur. Osmanlı devletinin kalan topraklarını balkan devletleri kendi aralarında paylaşamamış olması tekrar toprak kazanma hevesiyle savaşın başlamasına neden olmuştur
1.balkan savaşı sonrasında Osmanlı devletinden kazandıkları toprakların büyük bir kısmını alan Bulgaristana karşı aralarında ittifak yapan Yunanistan Romanya Sırbistan ve Karadağ Bulgaristana saldırmıştır. Bu saldırıyı fırsat bilen Osmanlı devleti kaybettikleri toprakları geri almak için Bulgaristana savaş açmıştır. Osmanlı devleti savaşarak Edirne ve Kırklareliyi geri almıştır. Bulgaristan savaştan yenik çıktığı için Osmanlı devleti ve Balkan devletleriyle barış imzalamak zorunda kalmıştır
İkinci balkan savaşının sonuçları
Balkan savaşlarında yaşayan binlerce Türk Anadolu ya göç etmek zorunda kalmıştır
Savaştan yenik çıkan ve bir çok toprak kaybeden Osmanlı devleti Almanya dan yeni silahlar almıştır
Osmanlı devleti askerlerinin eğitimi için Almanya dan subaylar getirmiş ve buda Almanya-Osmanlı devleti arasında ki bağı kuvvetlendirmiştir.
Batı Trakya Türkleri sorunun çıkmasına neden olmuştur.
Balkan Savaşları’nı Bitiren Antlaşmalar
Bükreş Antlaşması (10 Ağustos 1913)
İstanbul Antlaşması (29 Eylül 1913)
Atina Antlaşması (14 Kasım 1913)
İstanbul Antlaşması (13 Mart 1914)
Birinci Balkan Savaşı (1912)
Birinci balkan savaşının nedenleri
Topraklarını büyütme hesapları yapan Balkan devletleri (Bulgaristan,Yunanistan,Sırbistanve Karadağ) Trablusgarp savaşını fırsat bilerek aralarında anlaşama yaparak Osmanlı devletine savaş açmaya karar vermişlerdir. Osmanlı devleti zaten bir çok bölgede savaşırken Balkan savaşı Osmanlı devletinin çökmesine yol açmış olup, Balkan devletleri de bundan fırsat bularak savaşı başlatmış ve Osmanlı devleti bu savaştan yenik ayrılmıştır.
Birinci Balkan Savaşı’nın Nedenleri:
Fransız ihtilalinden sonra yayılan ve tüm ülkeyi etkisi altına alan milliyetçilik akımının Balkan devletleri üzerindeki etkisi
Rusya’nın savaşı kazanmak için yanına çektiği Slav milletinin fazla toprak kazanacağı düşüncesi Balkan devletlerini savaşa sokmuştur
Osmanlı devletinin Almanya’ya duyduğu hayranlık ve Almanya’nın yanında savaşa girerse kaybettiği toprakları geri alacağı ümidi İngiltere’yi Reval görüşmeleri sonrasında Rusyayı balkanlarda serbest bırakması Balkanların topraklarını kaybetme korkusu yaşatmıştır
Avrupa devletlerinin balkan devletlerini Osmanlının savaştan çok toprak parçası alacağını söylemeleri balkan devletlerini Osmanlı devletine karşı kışkırtmıştır
Osmanlı devleti savaşlardan yenik, yorgun ve bitkin ayrıldığı için balkan devletlerin savaşı kolay kazanacağına inanmış olması
Osmanlı devletinde ki bazı yöneticilerin Balkan devletleriyle birleşmesi de savaşı başlatmalarına sebep olmuştur.
Bu nedenler sonucun da Osmanlı devleti ile Balkan devletleri arasında Londra Barış Antlaşması imzanlanmıştır. ( 30 mayıs 1913) antlaşmanın maddeleri şöyledir ;
Trakya da Osmanlı Bulgaristan sınırı Midye-Enez olmuştur
Trakya ve Edirne Bulgaristana , Güney Makedonya ,Selanik ve Girit Yunanistana ,Silistre Romanya’ya, Kuzey ve Orta Makedonya ise Sırbistana verilmiştir
Arnavutluk devletinin bağımsızlığı kabul edilmiştir.
Birinci Balkan Savaşı’nın sonuçları
Balkanlarda ki ve Ege denizinde ki Osmanlı hakimiyeti son bulmuştur
İmzalanan Londra antlaşması ile Bulgaristan Ege denizin de kıyı sahibi olmuştur
Osmanlı devletinin balkan devletleriyle imzaladığı Londra antlaşmasından dolayı sadece Bulgaristan ile sınır komşuluğu kalmıştır.
Birinci Balkan Savaşı’nın kaybedilmesinin nedenleri
Osmanlı devleti savaşlardan yenik ve bitkin bir halde çıktığı için sanayi alanında ilerleme kaydedememiştir.
Osmanlı devletinin ordusunun sayısı savaşlarda yeterli olmamıştır.
Osmanlı devleti dört cephede savaşmak zorunda kaldığı için mühimmat ve askerlerini kaybetmiştir
En önemli sebep ise orduda görev yapan 65.000 askerin gençleştirme politikası adı altında terhis ettirilmesi
İkinci Balkan Savaşı (1913)
İkinci Balkan Savaşı’nın Nedenleri
Osmanlı devleti savaştan yorgun ve bitkini çıktığı için otoritesini kaybetmiştir ve balkan devletlerine bir fırsat sunmuştur. Osmanlı devletinin kalan topraklarını balkan devletleri kendi aralarında paylaşamamış olması tekrar toprak kazanma hevesiyle savaşın başlamasına neden olmuştur
1.balkan savaşı sonrasında Osmanlı devletinden kazandıkları toprakların büyük bir kısmını alan Bulgaristana karşı aralarında ittifak yapan Yunanistan Romanya Sırbistan ve Karadağ Bulgaristana saldırmıştır. Bu saldırıyı fırsat bilen Osmanlı devleti kaybettikleri toprakları geri almak için Bulgaristana savaş açmıştır. Osmanlı devleti savaşarak Edirne ve Kırklareliyi geri almıştır. Bulgaristan savaştan yenik çıktığı için Osmanlı devleti ve Balkan devletleriyle barış imzalamak zorunda kalmıştır
İkinci balkan savaşının sonuçları
Balkan savaşlarında yaşayan binlerce Türk Anadolu ya göç etmek zorunda kalmıştır
Savaştan yenik çıkan ve bir çok toprak kaybeden Osmanlı devleti Almanya dan yeni silahlar almıştır
Osmanlı devleti askerlerinin eğitimi için Almanya dan subaylar getirmiş ve buda Almanya-Osmanlı devleti arasında ki bağı kuvvetlendirmiştir.
Batı Trakya Türkleri sorunun çıkmasına neden olmuştur.
Balkan Savaşları’nı Bitiren Antlaşmalar
Bükreş Antlaşması (10 Ağustos 1913)
İstanbul Antlaşması (29 Eylül 1913)
Atina Antlaşması (14 Kasım 1913)
İstanbul Antlaşması (13 Mart 1914)
Atatürk'ün Samsuna Çıkışı
Atatürk'ün Samsun'a Çıkışı: Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün
kurtuluş mücadelesini başlatmak üzere Bandırma vapuru ile 19 Mayıs 1919 yılında
Samsun'a gelmesidir.
Osmanlı İmparatorluğu birinci dünya savaşında Çanakkale'de destan yazmasına rağmen Almanya'nın yanında yer alması sebebiyle, yenik düşmüş ve itilaf devletlerince işgal edilmiş ve paylaşılmıştır. İstanbul bölgesi birleşik güçler, İzmir bölgesi Yunanlılar, Antalya bölgesi İtalyanlar, Maraş-Antep bölgesi Fransızlar, Musul-Kerkük bölgesini İngilizler, Kars bölgesini de Ermeniler işgal etmişler, Türk halkı Ankara, Samsun dolaylarında sıkışıp kalmışlardır. Acı olan sahne Beş yüz bin kişinin kanının döküldüğü Çanakkale Boğazından itilaf devletlerine ait donanmanın elini kolunu sallaya sallaya İstanbul'a girmesidir. Donanma İstanbul limanına yanaştığı ve askerlerin karaya ayak bastığı sırada Mustafa Kemal'in söylediği söz çok manidardır ve gelecekte olacakların habercisi gibidir. "Üzülmeyiniz geldikleri gibi giderler" Hakikatten de öyle olmuştur ansızın geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır.
Bu dönem tarih kitaplarında farklı şekillerde anlatılır. Bir yazar o sırada padişah olan Vahdettin'in hıyanet içinde olduğu ve ülkeyi işgalcilere teslim ettiğini yazarken, diğer bir yazarda Vahdettin'in sarayda hapsolmasına karşılık, Mustafa Kemal'in kurtuluş mücadelesini başlatması için elinden gelen bütün desteği sağladığını yazmaktadır. Bu göreceli bir durumdur. Başı ne olursa olsun sonuçta gerçek olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kurtuluş mücadelesini Samsun'dan başlatıp muzaffer olmasıdır. İşgal kuvvetleri ilk iş olarak ordu komutanlarını hapsedip silahlara el koyup, orduyu dağıtmışlardır.
Bunun devamında Anadolu'nun bir çok bölgesinde yaşayan gayri müslümler bir anda memleketin sahip olmuş asırlardır yemek yedikleri topraklara hainlik etmeye başlamışlardır. Bunlardan biriside Samsun'da başlamış, halka zulüm eden işgalcilere karşı halk bir tepki gösterip, silahlı çatışma çıkarmışlardır. Bunun üzerine işgal kuvvetleri komutanı saraya bir mektup yollayarak Samsun'daki karışıklığı düzeltmesi gerektiği aksi takdirde orayı da işgal edeceklerini belirtmiştir. Mektup padişaha okunduğunda, padişah Mustafa Kemal'in "ordu müfettişi" olarak Samsun'a gönderilmesi emrini vermiştir. 15 Mayıs 1919 günü Atatürk hareket etmiş, yanında milis güçlere yardım götürür düşüncesi ile bir İngiliz gemisi tarafından takip edilmiş fakat ortaya bir şey çıkarılamamıştır. İngilizler tarafından istihbarat doğru alınmış fakat yanlış yerde aranmıştır. Atatürk bandırma vapurunda İngilizleri oyalarken Karadeniz takalarınca Samsun'a silah nakledildiği söylenmektedir.
Samsun' 19 Mayıs 1919 günü ayak basan Atatürk sözde incelemelerde bulunmuş, iki tarafla da görüşmüş çatışmayı bastırmıştır. Aslında amaç Milli mücadeleye başlamak ve güç toplamaktır. Samsun'dan sonra Erzurum ve Sivas dolaylarında direniş topluluklarını toplayarak düzenli ordu haline getirmiş ve kurtuluş savaşının düğmesine basmışlardır. Aynı "Çanakkale Ruhu" ile, aynı Çanakkale'deki gibi yine düşman denize dökülmüş, yine büyük bir ders almışlardır. Samsun yeniden dirilişin ilk durağıdır. Samsun Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk adresidir. Kısaca Samsun Türkiye'nin temelidir.
Samsun'a gelmesidir.
Osmanlı İmparatorluğu birinci dünya savaşında Çanakkale'de destan yazmasına rağmen Almanya'nın yanında yer alması sebebiyle, yenik düşmüş ve itilaf devletlerince işgal edilmiş ve paylaşılmıştır. İstanbul bölgesi birleşik güçler, İzmir bölgesi Yunanlılar, Antalya bölgesi İtalyanlar, Maraş-Antep bölgesi Fransızlar, Musul-Kerkük bölgesini İngilizler, Kars bölgesini de Ermeniler işgal etmişler, Türk halkı Ankara, Samsun dolaylarında sıkışıp kalmışlardır. Acı olan sahne Beş yüz bin kişinin kanının döküldüğü Çanakkale Boğazından itilaf devletlerine ait donanmanın elini kolunu sallaya sallaya İstanbul'a girmesidir. Donanma İstanbul limanına yanaştığı ve askerlerin karaya ayak bastığı sırada Mustafa Kemal'in söylediği söz çok manidardır ve gelecekte olacakların habercisi gibidir. "Üzülmeyiniz geldikleri gibi giderler" Hakikatten de öyle olmuştur ansızın geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır.
Bu dönem tarih kitaplarında farklı şekillerde anlatılır. Bir yazar o sırada padişah olan Vahdettin'in hıyanet içinde olduğu ve ülkeyi işgalcilere teslim ettiğini yazarken, diğer bir yazarda Vahdettin'in sarayda hapsolmasına karşılık, Mustafa Kemal'in kurtuluş mücadelesini başlatması için elinden gelen bütün desteği sağladığını yazmaktadır. Bu göreceli bir durumdur. Başı ne olursa olsun sonuçta gerçek olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kurtuluş mücadelesini Samsun'dan başlatıp muzaffer olmasıdır. İşgal kuvvetleri ilk iş olarak ordu komutanlarını hapsedip silahlara el koyup, orduyu dağıtmışlardır.
Bunun devamında Anadolu'nun bir çok bölgesinde yaşayan gayri müslümler bir anda memleketin sahip olmuş asırlardır yemek yedikleri topraklara hainlik etmeye başlamışlardır. Bunlardan biriside Samsun'da başlamış, halka zulüm eden işgalcilere karşı halk bir tepki gösterip, silahlı çatışma çıkarmışlardır. Bunun üzerine işgal kuvvetleri komutanı saraya bir mektup yollayarak Samsun'daki karışıklığı düzeltmesi gerektiği aksi takdirde orayı da işgal edeceklerini belirtmiştir. Mektup padişaha okunduğunda, padişah Mustafa Kemal'in "ordu müfettişi" olarak Samsun'a gönderilmesi emrini vermiştir. 15 Mayıs 1919 günü Atatürk hareket etmiş, yanında milis güçlere yardım götürür düşüncesi ile bir İngiliz gemisi tarafından takip edilmiş fakat ortaya bir şey çıkarılamamıştır. İngilizler tarafından istihbarat doğru alınmış fakat yanlış yerde aranmıştır. Atatürk bandırma vapurunda İngilizleri oyalarken Karadeniz takalarınca Samsun'a silah nakledildiği söylenmektedir.
Samsun' 19 Mayıs 1919 günü ayak basan Atatürk sözde incelemelerde bulunmuş, iki tarafla da görüşmüş çatışmayı bastırmıştır. Aslında amaç Milli mücadeleye başlamak ve güç toplamaktır. Samsun'dan sonra Erzurum ve Sivas dolaylarında direniş topluluklarını toplayarak düzenli ordu haline getirmiş ve kurtuluş savaşının düğmesine basmışlardır. Aynı "Çanakkale Ruhu" ile, aynı Çanakkale'deki gibi yine düşman denize dökülmüş, yine büyük bir ders almışlardır. Samsun yeniden dirilişin ilk durağıdır. Samsun Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk adresidir. Kısaca Samsun Türkiye'nin temelidir.
2. İnönü Savaşı
Londra Konferansı’nın barış önerilerinin TBMM Hükümeti’nce
reddedilmesi üzerine, İtilaf Devletleri’nin isteklerini zorla Türklere kabul
ettirmekle görevlendirilen Yunanlılar, Bursa üzerinden Eskişehir’e, Uşak
üzerinden Afyon’a doğru 23 Mart 1921'de saldırıya geçtiler.
Yunanlılar, Bilecik’i, İnönü’de Metris Tepe’yi ve Uşak’ı ele geçirmeleri üzerine, TBMM Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Böylece güçlenen Türk kuvvetleri karşı saldırıya geçerek Yunan saldırısını püskürttü. Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’in savaş süresince verdiği “mevzilerin kesin olarak savunulması” emri başarının elde edilmesinde etken oldu.1 Nisan 1921’de Yunan ordusu Bursa’ya çekilmeye başladı. Böylece Yunanlılar İnönü’de ikinci kez yenildiler.
Sonuç:
TBMM Hükümeti varlığını bütün Avrupa devletlerine, resmen olmasa da kabul ettirdi; içte ve dışta nüfuz ve saygınlığı yükseldi.
2. İnönü Savaşı
Avrupa ülkelerinde, İngiliz ve Yunan politikasına karşı güvensizlik ve muhalefet başladı.
Ordu mensuplarında, her bakımdan kendilerine güven arttı.
Bu durum karşısında, Fransızlar Zonguldak’tan, İtalyanlar Güney Anadolu’dan çekilmek zorunda kaldılar.
Türk ordusunun kazandığı zaferler, İtilaf Devletleri’ni Türkler hakkında yararlı kararlar almaya zorladı.
II.İkinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasından, Sovyet Rusya ve Afganistan gibi dost devletlerde büyük bir memnunluk duyulmuş ve bu resmen Türk hükümeti’ne bildirilmiştir.
Yunanlılar, Bilecik’i, İnönü’de Metris Tepe’yi ve Uşak’ı ele geçirmeleri üzerine, TBMM Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Böylece güçlenen Türk kuvvetleri karşı saldırıya geçerek Yunan saldırısını püskürttü. Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’in savaş süresince verdiği “mevzilerin kesin olarak savunulması” emri başarının elde edilmesinde etken oldu.1 Nisan 1921’de Yunan ordusu Bursa’ya çekilmeye başladı. Böylece Yunanlılar İnönü’de ikinci kez yenildiler.
Sonuç:
TBMM Hükümeti varlığını bütün Avrupa devletlerine, resmen olmasa da kabul ettirdi; içte ve dışta nüfuz ve saygınlığı yükseldi.
2. İnönü Savaşı
Avrupa ülkelerinde, İngiliz ve Yunan politikasına karşı güvensizlik ve muhalefet başladı.
Ordu mensuplarında, her bakımdan kendilerine güven arttı.
Bu durum karşısında, Fransızlar Zonguldak’tan, İtalyanlar Güney Anadolu’dan çekilmek zorunda kaldılar.
Türk ordusunun kazandığı zaferler, İtilaf Devletleri’ni Türkler hakkında yararlı kararlar almaya zorladı.
II.İkinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasından, Sovyet Rusya ve Afganistan gibi dost devletlerde büyük bir memnunluk duyulmuş ve bu resmen Türk hükümeti’ne bildirilmiştir.
Türkiye ve Avrupa Topluluğu
Türkiye Avrupa Topluluğu veya bugünkü adı ile Avrupa Birliği ile ilk bağlantısını, Topluluğun kuruluşundan 6 yıl sonra 12 Eylül 1963'de imzaladığı Ankara Anlaşması ile kurmuştur. Bundan sonra da Türkiye Topluluk ile bağlarını devamlı olarak geliştirmeye çalıştırmıştır. Topluluk da bu çabaları müsait karşılamıştır. Çünkü, 1960'larda ve 1970'lerde hızlı bir kalkınma içinde olan Topluluk ekonomileri için, "düşük ücretli" Türk işçileri, avantajlı bir maliyet unsuru teşkil ediyordu.
12 Eylül 1980 askeri yönetimi ile beraber Türkiye'nin Topluluk ile münasebetleri bozulmaya başladı. Avrupa Parlamentosu, 1982 Ocak ayında aldığı bir kararla, Türkiye'de demokrasi ve insan hakları sağlanıncaya kadar, daha önce kararlaştırılmış olan 600 milyon ECU'lük (700 milyon dolardan fazla) mali yardımı dondurduğu gibi, Toplulukla münasebetlerimizin önemli bir organı olan, Karma Parlamento Komisyonu'ndan da çekilerek, bu organı adeta yürürlükten kaldırdı. Keza, münasebetlerimizin en önemli organı olan Ortaklık Konsey faliyeti de durdu.
Avrupa Topluluğu ile münasebetlerimiz, Ortaklık Konseyinin ilk defa Brüksel'de 1986 Eylül'ünde yaptığı toplantı ile tekrar işlemeye başlamışsa da, bu sefer ve bu güne kadar, Yunanistan'ın devamlı olarak aleyhimize harcadığı çabalar ve kösteklemelerle bir türlü ileriye gidememiştir. Mesela 600 milyon ECU'lük mali yardım, Yunanistan'ın vetosu dolayısiyle, bir türlü gerçekleşememiştir.
Buna rağmen Türkiye, daha önce de belirttiğimiz gibi, 14 Nisan 1987 de Avrupa Topluluğu'na "tam üyelik" için resmen başvurdu. Türkiye'nin bu başvurusu, bugüne kadar Topluluk gündemine girmemiştir. Avrupa Topluluğu Komisyonu Türkiye Masası Şefi Eberhart Rhein tarafından hazırlanan ve Ekim 1989'da açıklanan 4 sayfalık bir rapor, Türkiye'nin tam üyelik başvurusunun ancak 1993 yılından sonra ele alınabileceğini belirtmekle beraber rapordaki şu ifadeler çok ilginç görünüyordu:
"Türkiye'nin ekonomik çıkarları, politik, kültürel ve idari gelenekleri Avrupa Topluluğuna ters düşmektedir...
Türkiye üye olursa Topluluğun her 5 üyesinden biri Türk olacaktır...
Türkiye, bütün Avrupa ülkeleri içinde en milliyetçi olanıdır. Türkiye'nin İslam ülkeleri ile yakın ilişkileri vardır...
Topluluk üyelerinin halklarının çoğunluğu Türkiye'yi üye olarak benimsememektedir...
Türkiye Avrupa kültür ve politik mirasının bir parçası değildir...
Topluluk buna rağmen, Türkiye'nin yüzüne kapıları kapamamalıdır."
Bununla beraber, Türkiye-AT Ortaklık Konseyinin 6 Mart 1995 tarihinde Brüksel'de, Türkiye ile Avrupa birliği arasında bir "Gümrük Birliği" kurulmasını öngören bir anlaşma imzalanması ve bu anlaşmanın 13 Aralık 1995 günü Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanması ve bu suretle Türkiye'nin 1 Ocak 1996'dan itibaren Gümrük Birliği'ne dahil olması, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği doğrultusunda attığı çok önemli bir adım olmuştur.
KAYNAK: 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995) - Fahir Armaoğlu
12 Eylül 1980 askeri yönetimi ile beraber Türkiye'nin Topluluk ile münasebetleri bozulmaya başladı. Avrupa Parlamentosu, 1982 Ocak ayında aldığı bir kararla, Türkiye'de demokrasi ve insan hakları sağlanıncaya kadar, daha önce kararlaştırılmış olan 600 milyon ECU'lük (700 milyon dolardan fazla) mali yardımı dondurduğu gibi, Toplulukla münasebetlerimizin önemli bir organı olan, Karma Parlamento Komisyonu'ndan da çekilerek, bu organı adeta yürürlükten kaldırdı. Keza, münasebetlerimizin en önemli organı olan Ortaklık Konsey faliyeti de durdu.
Avrupa Topluluğu ile münasebetlerimiz, Ortaklık Konseyinin ilk defa Brüksel'de 1986 Eylül'ünde yaptığı toplantı ile tekrar işlemeye başlamışsa da, bu sefer ve bu güne kadar, Yunanistan'ın devamlı olarak aleyhimize harcadığı çabalar ve kösteklemelerle bir türlü ileriye gidememiştir. Mesela 600 milyon ECU'lük mali yardım, Yunanistan'ın vetosu dolayısiyle, bir türlü gerçekleşememiştir.
Buna rağmen Türkiye, daha önce de belirttiğimiz gibi, 14 Nisan 1987 de Avrupa Topluluğu'na "tam üyelik" için resmen başvurdu. Türkiye'nin bu başvurusu, bugüne kadar Topluluk gündemine girmemiştir. Avrupa Topluluğu Komisyonu Türkiye Masası Şefi Eberhart Rhein tarafından hazırlanan ve Ekim 1989'da açıklanan 4 sayfalık bir rapor, Türkiye'nin tam üyelik başvurusunun ancak 1993 yılından sonra ele alınabileceğini belirtmekle beraber rapordaki şu ifadeler çok ilginç görünüyordu:
"Türkiye'nin ekonomik çıkarları, politik, kültürel ve idari gelenekleri Avrupa Topluluğuna ters düşmektedir...
Türkiye üye olursa Topluluğun her 5 üyesinden biri Türk olacaktır...
Türkiye, bütün Avrupa ülkeleri içinde en milliyetçi olanıdır. Türkiye'nin İslam ülkeleri ile yakın ilişkileri vardır...
Topluluk üyelerinin halklarının çoğunluğu Türkiye'yi üye olarak benimsememektedir...
Türkiye Avrupa kültür ve politik mirasının bir parçası değildir...
Topluluk buna rağmen, Türkiye'nin yüzüne kapıları kapamamalıdır."
Bununla beraber, Türkiye-AT Ortaklık Konseyinin 6 Mart 1995 tarihinde Brüksel'de, Türkiye ile Avrupa birliği arasında bir "Gümrük Birliği" kurulmasını öngören bir anlaşma imzalanması ve bu anlaşmanın 13 Aralık 1995 günü Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanması ve bu suretle Türkiye'nin 1 Ocak 1996'dan itibaren Gümrük Birliği'ne dahil olması, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği doğrultusunda attığı çok önemli bir adım olmuştur.
KAYNAK: 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995) - Fahir Armaoğlu
SEİA Tartışması Nedir?
1980-1990 arasındaki Türk-Amerikan münasebetlerinin önemli bir
tartışma konusu da, 29 Mart 1980 de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği
Anlaşması (SEİA) olmuştur. Beş yıl için imzalanan, 9 maddelik bir esas anlaşma
ile, 3 tane "Tamamlayıcı Anlaşma"dan meydana gelen bu anlaşmaya "EK" olarak da
7 tane "Tesis Anlaşması" bulunuyordu. Bu tesisler Sinop, Pirinçlik
(Diyarbakır), İncirlik (Adana), Şahintepe (Gemlik), Elmadağ (Ankara), Karataş
(Adana), Mahmurdağ (Samsun), Alemdağ (İstanbul), Kürecik (Malatya), Belbaşı
(Ankara) ve Kargaburun (Tekirdağ) tesisleriydi.
Lakin bu anlaşmanın uygulanması, geçen beş yıl içinde Türkiyeyi tatmin etmedi. Bir defa, Amerikan yardımlarındaki 7/10 oranı Türkiye'yi rahatsız ediyordu. İkincisi, bu anlaşma bir "savunma" anlaşması iken, Amerikan Kongresi'nin bu anlaşmanın uygulanmasına Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve insan hakları gibi savunma ile hiç ilgisi olmayan konuları da karıştırması, tam bir çelişkiydi. Bu sebeple, Türkiye'ye göre, Amerika, yapacağı yardımları bu "konu dışı" faktörlere bağlama ve yardımlar için her yıl karar verme yerine, belirli bir sürede yapacağı toplam yardımları, tek bir rakamla ve tek bir anlaşma ile taahhüt etmeliydi.
Amerika ile 1985'ten başlayıp 1987 Martına kadar yapılan müzakerelerde, Türkiye'nin elde ettiği sonuç, sadece havanda su döğmek oldu. Çünkü, sorunu çözmüş gibi görünen ve Amerika Dışişleri Bakanı George Schultz ile Türk Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu arasında 16 Mart 1987 de teati edilen mektuplar, Amerika'nın havada kalan bir takım vaadlerini ihtiva ediyor, fakat Türkiye lehine elle tutulur hiç bir şey getirmiyordu. Türkiye, Amerika'ya boyun eğmişti.
Türkiye SEİA konusundaki şikayetlerinde hiç bir çözüm elde edemez iken, Amerika, 8 Temmuz 1990 da Yunanistan'la imzaladığı "Savunma İşbirliği Anlaşması" ile Türkiye'ye bir oyun oynamaktan da geri kalmadı. Zira, bu anlaşma ile Amerika, "Türkiye'nin Yunanistan'a saldırması halinde, Yunanistan'ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü Türkiye'ye karşı korumayı taahhüt ediyordu". Bu anlaşma Türk kamu oyunda son derece büyük tepki ile karşılandı. Başkan Bush, Başbakan Turgut Özal'a mektup gönderip bir takım güvenceler verdiyse de, Türk kamu oyunun Amerika hakkındaki olumsuz izlenim ve kanaatini silemedi. Bundan dolayıdır ki, Başbakan Özal, Körfez Savaşında Türkiye'yi de Amerika'nın yanında Irak'a karşı savaşa sokmak istediğinde, kamu oyunun sert tepkileri ile karşılaştı ve gerilemek zorunda kaldı.
KAYNAK: 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995) - Fahir Armaoğlu
Lakin bu anlaşmanın uygulanması, geçen beş yıl içinde Türkiyeyi tatmin etmedi. Bir defa, Amerikan yardımlarındaki 7/10 oranı Türkiye'yi rahatsız ediyordu. İkincisi, bu anlaşma bir "savunma" anlaşması iken, Amerikan Kongresi'nin bu anlaşmanın uygulanmasına Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve insan hakları gibi savunma ile hiç ilgisi olmayan konuları da karıştırması, tam bir çelişkiydi. Bu sebeple, Türkiye'ye göre, Amerika, yapacağı yardımları bu "konu dışı" faktörlere bağlama ve yardımlar için her yıl karar verme yerine, belirli bir sürede yapacağı toplam yardımları, tek bir rakamla ve tek bir anlaşma ile taahhüt etmeliydi.
Amerika ile 1985'ten başlayıp 1987 Martına kadar yapılan müzakerelerde, Türkiye'nin elde ettiği sonuç, sadece havanda su döğmek oldu. Çünkü, sorunu çözmüş gibi görünen ve Amerika Dışişleri Bakanı George Schultz ile Türk Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu arasında 16 Mart 1987 de teati edilen mektuplar, Amerika'nın havada kalan bir takım vaadlerini ihtiva ediyor, fakat Türkiye lehine elle tutulur hiç bir şey getirmiyordu. Türkiye, Amerika'ya boyun eğmişti.
Türkiye SEİA konusundaki şikayetlerinde hiç bir çözüm elde edemez iken, Amerika, 8 Temmuz 1990 da Yunanistan'la imzaladığı "Savunma İşbirliği Anlaşması" ile Türkiye'ye bir oyun oynamaktan da geri kalmadı. Zira, bu anlaşma ile Amerika, "Türkiye'nin Yunanistan'a saldırması halinde, Yunanistan'ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü Türkiye'ye karşı korumayı taahhüt ediyordu". Bu anlaşma Türk kamu oyunda son derece büyük tepki ile karşılandı. Başkan Bush, Başbakan Turgut Özal'a mektup gönderip bir takım güvenceler verdiyse de, Türk kamu oyunun Amerika hakkındaki olumsuz izlenim ve kanaatini silemedi. Bundan dolayıdır ki, Başbakan Özal, Körfez Savaşında Türkiye'yi de Amerika'nın yanında Irak'a karşı savaşa sokmak istediğinde, kamu oyunun sert tepkileri ile karşılaştı ve gerilemek zorunda kaldı.
KAYNAK: 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995) - Fahir Armaoğlu
Bulgaristan ve Soydaşlarımız
1980-1990 arasında Türk dış politikasının, Türk kamu oyunda
büyük tepkiler uyandıran ve Bulgaristan'la münasebetlerimizi tam bir gerginlik
içine sokan önemli bir sorunu da, 1984 sonlarından itibaren Bulgar hükümetinin
ve Jivkov rejiminin, sayıları 1.5 milyon kadar tahmin edilen ve Bulgaristan
nüfusunun % 15'ini teşkil eden Türk azınlığın, isimlerini değiştirmeye zorlamak
ve slav ismi almak suretiyle, bu ülkedeki Türk varlığını eritmek ve
slavlaştırmak istemesi olmuştur. Olay, 1985 yılı başlarında Türk kamu oyunun
dikkatini çekti.
Bu isim değiştirme zorlamasının yanında, Bulgar Hükümeti, Türklerin erkek çocuklarının sünnet ettirilmesini de, sağlık sebepleri bahanesiyle yasakladığı ve bu yasak için cezai hükümler getirdiği gibi, iş yerlerinde ve umumi yerlerde de Türkçe konuşulmasını yasaklamıştır. 12 Şubat 1985 de yayınlanan bir emir de, bir çok bölgelerde, camilerde ibadet edilmesine ancak Cuma günleri ve saat 12:00-14:00 arasında ve hükümetin görevlendireceği kişilerin gözetiminde izin verilmiş ve bunun dışında ibadet yasaklanmış ve camiler kapatılmıştır.
Bu gelişmelerden doğan gerginlik, 1989 yılı sonunda Jivkov'un iktidardan düşmesine kadar devam etti. 1985 Şubatında, Başbakan Turgut Özal, Türkiye'nin 500 bin soydaşımızı kabule hazır olduğunu birdirdiyse de, Bulgaristan'ın buna cevabı Türk kitlesi olmayıp Bulgaristan'ın "Müslüman vatandaşları" olduğu şeklindeydi. Türkler esas itibariyle tarımla meşgul olduklarından, Bulgar hükümeti, tarımda büyük bir işgücü kaybına uğramaktan korktu.
Türkiye, Bulgaristan'daki soydaşlarımız konusunu milletlerarası platformlara taşımak ve sorunu enternasyonalize etmek için çok çaba harcadı. Amerika ve İngiltere, konuya gerçekten ilgi gösterdi. Amerika Helsinki İzleme Komitesi, Milletlerarası Af Örgütü, Avrupa Konseyi ve İslam Konferansı, konu ile yakından ilgilendiler. Lakin, Türkiye'nin sorunu enternasyonalize etmesi Bulgaristan'ı, milletlerarası planda zor duruma sokmasına rağmen, bütün bu çabalardan Bulgaristan'ı yolundan döndürebilecek bir sonuç çıkmadı. İslam Konferansı Örgütü, 1986 Ocak ayındaki toplantısında, Bulgaristan'da inceleme yapmak üzere bir Temas Grubu kurdu. Bu grup, 1988 Martında 76 sayfalık bir rapor sunarak, Bulgaristan'daki durumun fecaatini bütün çıplaklığı ile ortaya koydu. Hatta 1989 Martında ikinci bir rapor daha yayınladı. Bunların hiç birinden elle tutulur bir sonuç çıkmadı.
1989 Haziranında, Türk hükümeti soydaşlarımızın göçünü kabule hazır olduğunu tekrarlayınca, son derece güç bir durum karşısında kaldı. Jivkov rejimi, isteyen bütün soydaşlarımıza pasaport vermeye başlayınca, 300 bin soydaşımız sınırlarımızdan içeri akın etmeye başladı. Görüldü ki, Türkiye'nin, bu kadar geniş bir göçmen kitlesini kabule ve yerleştirmeye imkanı yoktur. Bu sebeple bir süre sonra Türkiye Bulgaristan'la olan sınırını kapadı. Bu durum, Türkiye için gerçekten bir skandaldı. Türkiye bir blöf yapmış ve Jivkov bu blöfü görmüştü. Türkiye'nin bu tutumu üzerine, 120-130 bin soydaşımız, tekrar Bulgaristan'a dönmek zorunda kalmıştır.
Neyse ki, bir kaç ay sonra, 1989 Kasımında, Jivkov'un iktidardan düşürülmesi ile sorun kendiliğinden çözümlendi. Bundan sonra soydaşlarımız Hak ve Özgürlükler Hareketi şeklinde örgütlenerek Bulgaristan'ın siyasal hayatında yerlerini almışlardır.
KAYNAK: 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995) - Fahir Armaoğlu
Bu isim değiştirme zorlamasının yanında, Bulgar Hükümeti, Türklerin erkek çocuklarının sünnet ettirilmesini de, sağlık sebepleri bahanesiyle yasakladığı ve bu yasak için cezai hükümler getirdiği gibi, iş yerlerinde ve umumi yerlerde de Türkçe konuşulmasını yasaklamıştır. 12 Şubat 1985 de yayınlanan bir emir de, bir çok bölgelerde, camilerde ibadet edilmesine ancak Cuma günleri ve saat 12:00-14:00 arasında ve hükümetin görevlendireceği kişilerin gözetiminde izin verilmiş ve bunun dışında ibadet yasaklanmış ve camiler kapatılmıştır.
Bu gelişmelerden doğan gerginlik, 1989 yılı sonunda Jivkov'un iktidardan düşmesine kadar devam etti. 1985 Şubatında, Başbakan Turgut Özal, Türkiye'nin 500 bin soydaşımızı kabule hazır olduğunu birdirdiyse de, Bulgaristan'ın buna cevabı Türk kitlesi olmayıp Bulgaristan'ın "Müslüman vatandaşları" olduğu şeklindeydi. Türkler esas itibariyle tarımla meşgul olduklarından, Bulgar hükümeti, tarımda büyük bir işgücü kaybına uğramaktan korktu.
Türkiye, Bulgaristan'daki soydaşlarımız konusunu milletlerarası platformlara taşımak ve sorunu enternasyonalize etmek için çok çaba harcadı. Amerika ve İngiltere, konuya gerçekten ilgi gösterdi. Amerika Helsinki İzleme Komitesi, Milletlerarası Af Örgütü, Avrupa Konseyi ve İslam Konferansı, konu ile yakından ilgilendiler. Lakin, Türkiye'nin sorunu enternasyonalize etmesi Bulgaristan'ı, milletlerarası planda zor duruma sokmasına rağmen, bütün bu çabalardan Bulgaristan'ı yolundan döndürebilecek bir sonuç çıkmadı. İslam Konferansı Örgütü, 1986 Ocak ayındaki toplantısında, Bulgaristan'da inceleme yapmak üzere bir Temas Grubu kurdu. Bu grup, 1988 Martında 76 sayfalık bir rapor sunarak, Bulgaristan'daki durumun fecaatini bütün çıplaklığı ile ortaya koydu. Hatta 1989 Martında ikinci bir rapor daha yayınladı. Bunların hiç birinden elle tutulur bir sonuç çıkmadı.
1989 Haziranında, Türk hükümeti soydaşlarımızın göçünü kabule hazır olduğunu tekrarlayınca, son derece güç bir durum karşısında kaldı. Jivkov rejimi, isteyen bütün soydaşlarımıza pasaport vermeye başlayınca, 300 bin soydaşımız sınırlarımızdan içeri akın etmeye başladı. Görüldü ki, Türkiye'nin, bu kadar geniş bir göçmen kitlesini kabule ve yerleştirmeye imkanı yoktur. Bu sebeple bir süre sonra Türkiye Bulgaristan'la olan sınırını kapadı. Bu durum, Türkiye için gerçekten bir skandaldı. Türkiye bir blöf yapmış ve Jivkov bu blöfü görmüştü. Türkiye'nin bu tutumu üzerine, 120-130 bin soydaşımız, tekrar Bulgaristan'a dönmek zorunda kalmıştır.
Neyse ki, bir kaç ay sonra, 1989 Kasımında, Jivkov'un iktidardan düşürülmesi ile sorun kendiliğinden çözümlendi. Bundan sonra soydaşlarımız Hak ve Özgürlükler Hareketi şeklinde örgütlenerek Bulgaristan'ın siyasal hayatında yerlerini almışlardır.
KAYNAK: 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995) - Fahir Armaoğlu
Ankara Anlaşması
Ankara Antlaşması, TBMM ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 Türk-
Fransız Cephesindeki faaliyetleri durdurmak için imzalanmıştır. Asıl politik
kararları Lozan Anlaşması'na bırakarak, TBMM yönetimindeki bölgenin güney
sınırının taslak olarak belirlenmesi konusunda iki tarafta mütabakata varmıştır.
İngiltere, İtalya ve Yunanistan ile menfaatleri çakışan Fransa, Sevr Antlaşması'ndan üç ay önce TBMM ile ilişkilere başlayarak geçici mütareke yapmıştır. Fransızlarla Ankara Antlaşması'nın imzalanmasıyla birlikte yeni TBMM'nin mevcudiyetini kabul etmiş olmakla beraber bu ilişki daha ileriye gidememiştir.
Sakarya Savaşının kazanılması ve Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması'nın imzalanması, Türk - Fransız ilişkilerini de olumlu yönde etkilemiştir. Bu olay Fransa ile TBMM ile arasında imzalanacak Ankara Antlaşması'nın zeminini hazırladı. Fransız eski bakanlarından Henry Franklin Bouillon Ankara'ya gelerek Mustafa Kemal, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile görüşmelerde bulundu.
Fransa daha geniş bir ayrıcalık hayali ile görüşmelere gelmişti. Fakat umduğunun altında bulunca bir süre antlaşmayı askıya aldı.
Çünkü bu sırada Yunanistan bir taarruza hazırlanıyordu. Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunanlılar denize dökülünce Fransa antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.
Özellikle yeni Türk Devleti ve Misak-ı Milli sınırlarının üzerinde duruldu. Bu görüşmelerde ortak noktaya varılarak Ankara Antlaşması imzalandı.
Ankara Antlaşması'nın en önemli özelliği Fransa'nın TBMM Hükumetini resmi olarak tanıması ve İtilaf Devletleri Cephesinin bozulmuş olmasıydı. Bu antlaşma ile Türk milli egemenliğinin haklılığı bir itilaf devleti tarafından tanınmış oldu.
Ankara Antlaşması'nın Maddeleri
Her iki tarafta bu anlaşmanın imzalanmasını müteakiben aralarındaki harbin bittiğini kabul ederler.
Ankara Antlaşması
İngiltere, İtalya ve Yunanistan ile menfaatleri çakışan Fransa, Sevr Antlaşması'ndan üç ay önce TBMM ile ilişkilere başlayarak geçici mütareke yapmıştır. Fransızlarla Ankara Antlaşması'nın imzalanmasıyla birlikte yeni TBMM'nin mevcudiyetini kabul etmiş olmakla beraber bu ilişki daha ileriye gidememiştir.
Sakarya Savaşının kazanılması ve Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması'nın imzalanması, Türk - Fransız ilişkilerini de olumlu yönde etkilemiştir. Bu olay Fransa ile TBMM ile arasında imzalanacak Ankara Antlaşması'nın zeminini hazırladı. Fransız eski bakanlarından Henry Franklin Bouillon Ankara'ya gelerek Mustafa Kemal, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile görüşmelerde bulundu.
Fransa daha geniş bir ayrıcalık hayali ile görüşmelere gelmişti. Fakat umduğunun altında bulunca bir süre antlaşmayı askıya aldı.
Çünkü bu sırada Yunanistan bir taarruza hazırlanıyordu. Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunanlılar denize dökülünce Fransa antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.
Özellikle yeni Türk Devleti ve Misak-ı Milli sınırlarının üzerinde duruldu. Bu görüşmelerde ortak noktaya varılarak Ankara Antlaşması imzalandı.
Ankara Antlaşması'nın en önemli özelliği Fransa'nın TBMM Hükumetini resmi olarak tanıması ve İtilaf Devletleri Cephesinin bozulmuş olmasıydı. Bu antlaşma ile Türk milli egemenliğinin haklılığı bir itilaf devleti tarafından tanınmış oldu.
Ankara Antlaşması'nın Maddeleri
Her iki tarafta bu anlaşmanın imzalanmasını müteakiben aralarındaki harbin bittiğini kabul ederler.
Ankara Antlaşması
- Ordular ve ahali durumdan haberdar edilecektir.
- Her iki taraf karşı tarafın esirlerini serbest bırakacak, esirlere yol paraları verilerek en yakın şehirlere bırakılacaktır.
- Antlaşmanın imzasından en fazla iki ay sonra 8. maddedeki sınırın kuzeyine Türk askerleri, güneyine ise Fransız askerleri çekilecektir.
- Hatay için özel bir idare usulü tesis edilecektir. Türk dili orada resmi dil olacaktır.
- Osmanlı sülalesinin kurucusu olan Osman Gazi'nin dedesi olan Süleyman Şah türbesi Türk malı sayılacak ve Türk Devleti asker bulundurarak türbeyi koruyabilecek.
- Ankara Antlaşması sonucu her iki taraf, boşaltılan arazide genel af ilan edecektir.
- Seçilecek bir karma komisyon ile Suriye ve Türk Devleti arasındaki gümrük ilişkilerini düzenleyecek, bu komisyon kurulana kadar iki tarafta hareketinde serbest kalacaktır.
- İskenderun Körfezi'nde Payas'tan başlayarak Kilis- Çobanbeyli istasyonuna gidecek demiryolu Türkiye'de kalmak üzere Çobanbeyli'den Nusaybin'e varacaktır. Payas ile Çobanbeyli istasyonları Suriye'de kalacaktır.
- Türk Hükumeti ile Suriye Kırık suyundan ortaklaşa faydalanacaktır. Suriye Hükumeti, msraflarını kendisi karşılamak üzere Fırat nehrinin Türk Hükumeti kısmından su alabilecektir.
- Ankara Antlaşması'nın Önemi
- Ankara Antlaşması ile güney cephesi kapanmış oldu. Böylece TBMM Hükumeti tüm ağırlığını diğer cephelere verebilecekti.
- Hatay'ın kaybı ile Misak-ı Milli'den ilk defa taviz verilmiş oldu.
- Ankara Antlaşması ile Suriye sınırı güvenlik altına alınmış oldu.
- Güney illerimizdeki Ermeni meselesi'de çözülmüş oldu.
- İlk defa bir İtilaf Devleti Misak-ı Milli'yi kabul etmiş oldu.
- İtilaf Devletleri arasında dağılmanın başlangıcı oldu.
AB (Avrupa Birliği)'nin Tarihçesi
Birleşmiş Avrupa fikri, bir zamanlar filozofların ve ileri
görüşlü insanların düşlerinde yer alıyordu. Victor Hugo, insancıl ideallerden
esinlenen barışçıl bir “Avrupa Birleşik Devletleri”ni hayal etmişti. Bu hayal,
İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntılarından sonra Avrupa Kıtası için yeni bir umut
oldu.
Savaş süresince totaliterliğe direnen insanlar, Avrupa’da devletler arasındaki kin ve düşmanlığı son vermek, kalıcı bir barış oluşturmakta kararlıydı. 1945 ve 1950 arasında, Konrad Adenauer, Winston Churchill, Alcide de Gasperi ve Robert Schuman’ın aralarında olduğu bir grup cesur devlet adamı, ulusları yeni bir çağa adım atmaya ikna etmek için yola koyuldu. Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, başlangıçta Jean Monnet tarafından tasarlanan bir fikri ele aldı ve 9 Mayıs 1950’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasını önerdi. Bir zamanlar birbiriyle savaşan ülkelerde kömür ve çelik üretimi için sorumluluk paylaşımıyla ortak bir pazar oluşturulacaktı. Pratik fakat aynı zamanda oldukça sembolik bir şekilde, savaşın ham maddeleri uzlaşı ve barışın araçlarına dönüşüyordu.
Avrupa bütünleşmesinde ilk adım, Belçika, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın kömür ve çelikte ortak pazar kurmalarıyla atıldı.
Altı üye devlet, daha sonra Roma Antlaşması'nı imzalayarak çeşitli mal ve hizmetleri içeren ortak bir pazara dayalı Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurmaya karar verdi. Altı ülke arasında gümrük vergileri 1 Temmuz 1968’de tamamen kaldırıldı ve 1960’larda özellikle ticaret ve tarımda ortak politikalar oluşturuldu.
Bu girişim öylesine başarılı oldu ki Danimarka, İrlanda ve İngiltere, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmaya karar verdi. İlk genişleme, 1973’te altı üyenin dokuza çıkmasıyla gerçekleşti.
1981’de Yunanistan AET’ye katıldı, 1986’da İspanya ve Portekiz izledi.
Avrupa’nın siyasi panoraması 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile çarpıcı bir şekilde değişti. Bu, 3 Ekim 1990’da Almanya’nın yeniden birleşmesine, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet kontrolünden çıkarak demokratikleşmelerine yol açtı. Sovyetler Birliği’nin kendisi de Aralık 1991’de dağıldı.
Bu gelişmeler, Avrupa Ekonomik Topluluğu üye devletleri arasında yarım yüzyıldan fazla sürecek bir barışçıl işbirliğinin başlangıcıydı. 1992 Maastricht Antlaşması ile Topluluk kurumları güçlendirildi ve daha geniş yetkilere sahip oldu, böylece Avrupa Birliği (AB) doğdu.
Yeni Avrupa dinamizmi ve kıtanın değişen jeopolitiği nedeniyle, Avusturya, Finlandiya ve İsveç, 1 Ocak 1995’te Avrupa Birliği’ne katıldı.
1990’ların ortalarında on iki ülke daha -Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Kıbrıs ve Malta- AB’ye üyelik başvurusunda bulundu.
Başvuruları kabul eden AB, aday ülkelerle katılım müzakerelerini, Aralık 1997’de Lüksemburg’da ve Aralık 1999’da Helsinki’de başlattı. Böylece Birlik, ilk kez bu denli büyük bir genişlemeye yöneldi. 10 Aday ülkenin müzakereleri 13 Aralık 2002’de Kopenhag’da tamamlandı ve bu ülkeler 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne katıldı.
Bulgaristan ve Romanya’nın da 1 Ocak 2007’de katılmasıyla Avrupa Birliği 27 Üye Ülkeden oluşan 450 milyondan fazla vatandaşa sahip büyük bir aile oldu.
Ardından 9 Aralık 2011’de AB ve Hırvatistan liderleri katılım antlaşmasını imzaladı.
Hırvatistan 1 Haziran 2013 itibariyle 28. AB Üye Ülkesi oldu.
Savaş süresince totaliterliğe direnen insanlar, Avrupa’da devletler arasındaki kin ve düşmanlığı son vermek, kalıcı bir barış oluşturmakta kararlıydı. 1945 ve 1950 arasında, Konrad Adenauer, Winston Churchill, Alcide de Gasperi ve Robert Schuman’ın aralarında olduğu bir grup cesur devlet adamı, ulusları yeni bir çağa adım atmaya ikna etmek için yola koyuldu. Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, başlangıçta Jean Monnet tarafından tasarlanan bir fikri ele aldı ve 9 Mayıs 1950’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasını önerdi. Bir zamanlar birbiriyle savaşan ülkelerde kömür ve çelik üretimi için sorumluluk paylaşımıyla ortak bir pazar oluşturulacaktı. Pratik fakat aynı zamanda oldukça sembolik bir şekilde, savaşın ham maddeleri uzlaşı ve barışın araçlarına dönüşüyordu.
Avrupa bütünleşmesinde ilk adım, Belçika, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın kömür ve çelikte ortak pazar kurmalarıyla atıldı.
Altı üye devlet, daha sonra Roma Antlaşması'nı imzalayarak çeşitli mal ve hizmetleri içeren ortak bir pazara dayalı Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurmaya karar verdi. Altı ülke arasında gümrük vergileri 1 Temmuz 1968’de tamamen kaldırıldı ve 1960’larda özellikle ticaret ve tarımda ortak politikalar oluşturuldu.
Bu girişim öylesine başarılı oldu ki Danimarka, İrlanda ve İngiltere, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmaya karar verdi. İlk genişleme, 1973’te altı üyenin dokuza çıkmasıyla gerçekleşti.
1981’de Yunanistan AET’ye katıldı, 1986’da İspanya ve Portekiz izledi.
Avrupa’nın siyasi panoraması 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile çarpıcı bir şekilde değişti. Bu, 3 Ekim 1990’da Almanya’nın yeniden birleşmesine, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet kontrolünden çıkarak demokratikleşmelerine yol açtı. Sovyetler Birliği’nin kendisi de Aralık 1991’de dağıldı.
Bu gelişmeler, Avrupa Ekonomik Topluluğu üye devletleri arasında yarım yüzyıldan fazla sürecek bir barışçıl işbirliğinin başlangıcıydı. 1992 Maastricht Antlaşması ile Topluluk kurumları güçlendirildi ve daha geniş yetkilere sahip oldu, böylece Avrupa Birliği (AB) doğdu.
Yeni Avrupa dinamizmi ve kıtanın değişen jeopolitiği nedeniyle, Avusturya, Finlandiya ve İsveç, 1 Ocak 1995’te Avrupa Birliği’ne katıldı.
1990’ların ortalarında on iki ülke daha -Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Kıbrıs ve Malta- AB’ye üyelik başvurusunda bulundu.
Başvuruları kabul eden AB, aday ülkelerle katılım müzakerelerini, Aralık 1997’de Lüksemburg’da ve Aralık 1999’da Helsinki’de başlattı. Böylece Birlik, ilk kez bu denli büyük bir genişlemeye yöneldi. 10 Aday ülkenin müzakereleri 13 Aralık 2002’de Kopenhag’da tamamlandı ve bu ülkeler 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne katıldı.
Bulgaristan ve Romanya’nın da 1 Ocak 2007’de katılmasıyla Avrupa Birliği 27 Üye Ülkeden oluşan 450 milyondan fazla vatandaşa sahip büyük bir aile oldu.
Ardından 9 Aralık 2011’de AB ve Hırvatistan liderleri katılım antlaşmasını imzaladı.
Hırvatistan 1 Haziran 2013 itibariyle 28. AB Üye Ülkesi oldu.
AB (Avrupa Birliği) Kısa Geçmişi
Avrupa Birliği (AB), demokratik Avrupa ülkelerinden oluşan,
vatandaşlarının hayatını iyileştirmek ve daha iyi bir dünya yaratmak için
çalışan bir ailedir.
Üye Ülkeler arasındaki görüş ayrılıkları ve ara sıra meydana gelen krizler haberlere yansısa da, aslında kameralardan uzakta, AB dikkate değer bir başarı hikayesidir.
AB, sadece yarım yüzyıllık ömründe Avrupa’da barışı ve refahı sağladı, tek Avrupa para birimini (Avro) oluşturdu, sermayenin, hizmetlerin ve malların serbest hareket ettiği sınırsız ‘tek pazarı’ meydana getirdi.
Aynı zamanda AB, hem büyük bir ticari güç hem de çevre koruma ve kalkınma yardımları gibi alanlarda bir dünya lideri haline geldi. Bu yüzden Avrupa Birliği’nin altıdan yirmi sekiz ülkeye kadar genişlemiş olması ve daha birçok ülkenin üyelik için sırada olması şaşılmaması gereken bir şeydir.
Avrupa Birliği başarılarını olağandışı bir şekilde çalışmasına borçludur. Avrupa Birliği olağandışıdır çünkü, ne Birleşik Devletler gibi bir federasyon ne de Birleşmiş Milletler'e benzer hükümetler arasında bir iş birliği organizasyonudur. Avrupa Birliği aslında benzersizdir. AB’yi oluşturan Üye Ülkeler bağımsız, egemen milletler olarak kalırlar fakat egemenliklerini, dünyada tek tek sahip olamayacakları gücü ve etkiyi kazanmak için bir araya getirirler.
Egemenlikleri bir araya getirmek, pratikte, ortak fayda içeren konulardaki kararların Avrupa düzeyinde demokratik olarak alınması için, karar alma yetkilerinin bir kısmını beraber oluşturdukları ortak kurumlara aktarmaları anlamına gelir.
Üye Ülkeler arasındaki görüş ayrılıkları ve ara sıra meydana gelen krizler haberlere yansısa da, aslında kameralardan uzakta, AB dikkate değer bir başarı hikayesidir.
AB, sadece yarım yüzyıllık ömründe Avrupa’da barışı ve refahı sağladı, tek Avrupa para birimini (Avro) oluşturdu, sermayenin, hizmetlerin ve malların serbest hareket ettiği sınırsız ‘tek pazarı’ meydana getirdi.
Aynı zamanda AB, hem büyük bir ticari güç hem de çevre koruma ve kalkınma yardımları gibi alanlarda bir dünya lideri haline geldi. Bu yüzden Avrupa Birliği’nin altıdan yirmi sekiz ülkeye kadar genişlemiş olması ve daha birçok ülkenin üyelik için sırada olması şaşılmaması gereken bir şeydir.
Avrupa Birliği başarılarını olağandışı bir şekilde çalışmasına borçludur. Avrupa Birliği olağandışıdır çünkü, ne Birleşik Devletler gibi bir federasyon ne de Birleşmiş Milletler'e benzer hükümetler arasında bir iş birliği organizasyonudur. Avrupa Birliği aslında benzersizdir. AB’yi oluşturan Üye Ülkeler bağımsız, egemen milletler olarak kalırlar fakat egemenliklerini, dünyada tek tek sahip olamayacakları gücü ve etkiyi kazanmak için bir araya getirirler.
Egemenlikleri bir araya getirmek, pratikte, ortak fayda içeren konulardaki kararların Avrupa düzeyinde demokratik olarak alınması için, karar alma yetkilerinin bir kısmını beraber oluşturdukları ortak kurumlara aktarmaları anlamına gelir.
Kırım Türklerinin Etnik Kökeni ve Tarihçesi
KIRIM Tatarlarının etnik kökeni; tarih boyunca
Kırım ve civarında yerleşen çeşitli Türk kavimlerine
dayanır.
Kırım’a ilk gelen Türk kavmi, Hunlardır. Köktürkler, Onogurlar Kuturgurlar ile M.S. VII. yüzyılda Hazar Türkleri, X. Yüzyıl başlarında ise Peçenekler , Kırıma yerleşen diğerTürk kavimleridir.
Kıpçaklar, X.yüzyılın sonlarında Peçenekleri mağlup ederek Kırım'ı ele geçirmişler ve, iki yüzyılı aşkın bir süre Kırım'a hakim olmuşlardır. Kırım’ın etnik ve kültürel yapısının oluşumunda en güçlü etki Kıpçak Türklerine aittir. Kıpçakların engin kültür mirasının derin izleri bugün dahi bütün canlılığı ile Kırım Türklerince yaşatılmaktadır. Kırım Türklerinin kullandığı dil de Kıpçak Türkçesidir.
Kırım'daki Kıpçak hakimiyeti İslamiyet'in Kırım’da yayıldığı bir dönem olmuştur ve XI. Yüzyılın sonlarına doğru Türklerin çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Asya'nın büyük bir kısmına hakim olan Moğol İmparatorluğu (Cengiz Han Orduları), XIII. Yüzyıl ilk çeyreğinde, Kıpçakları yenerek yarımadaya hakim olmuşlardır. Cengiz Han İmparatorluğunun parçalanması üzerine, Kırım, Altın Ordu imparatorluğu hakimiyetine girmiştir.
Altın Ordu¹ Hakimiyeti Kırım’ın etnik, dini ve siyasi geleceğini kesin olarak belirlemiş ve Kırım’ın tamamen Türkleşmesini sağlamıştır.
TATAR ADININ KULLANIMI
Kırım Kazan ve İdil boylarındaki ahali , tamamiyle Türk olduğu halde, kökleriyle bağının kopartılması amacıyla bilhassa Ruslar tarafından kendilerine "Tatar" adı verilmiştir. Aslında Tatar adı, gerek Anadoluda gerekse Rusya ve İslam dünyasında Moğolların hakim oldukları saha ahalisi için kullanılmıştır.
(Örneğin Mevlânâ, Divan-ı Kebir de Anadoluyu tehdit eden Moğollardan Tatar olarak bahsederek bir gazelinde şu ifadeleri kullanır:
"Sen Tatardan korkuyorsun;
Çünkü Tanrıyı tanımıyorsun.
Oysa ki ben Tatarlardan iki yüz iman bayrağı yükselteceğim." )
Mamafih “Tatar” adı uzun süre bu Türk boylarınca benimsenmemiş, ancak Rus siyasi baskısı altında kabul ettirilmiş ve zaman içerisinde Rusların dışındaki diğer yabancı toplulukların ve Türklerin de kullanması sonucu yavaş yavaş kabul görmüştür.
Kırım’a ilk gelen Türk kavmi, Hunlardır. Köktürkler, Onogurlar Kuturgurlar ile M.S. VII. yüzyılda Hazar Türkleri, X. Yüzyıl başlarında ise Peçenekler , Kırıma yerleşen diğerTürk kavimleridir.
Kıpçaklar, X.yüzyılın sonlarında Peçenekleri mağlup ederek Kırım'ı ele geçirmişler ve, iki yüzyılı aşkın bir süre Kırım'a hakim olmuşlardır. Kırım’ın etnik ve kültürel yapısının oluşumunda en güçlü etki Kıpçak Türklerine aittir. Kıpçakların engin kültür mirasının derin izleri bugün dahi bütün canlılığı ile Kırım Türklerince yaşatılmaktadır. Kırım Türklerinin kullandığı dil de Kıpçak Türkçesidir.
Kırım'daki Kıpçak hakimiyeti İslamiyet'in Kırım’da yayıldığı bir dönem olmuştur ve XI. Yüzyılın sonlarına doğru Türklerin çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Asya'nın büyük bir kısmına hakim olan Moğol İmparatorluğu (Cengiz Han Orduları), XIII. Yüzyıl ilk çeyreğinde, Kıpçakları yenerek yarımadaya hakim olmuşlardır. Cengiz Han İmparatorluğunun parçalanması üzerine, Kırım, Altın Ordu imparatorluğu hakimiyetine girmiştir.
Altın Ordu¹ Hakimiyeti Kırım’ın etnik, dini ve siyasi geleceğini kesin olarak belirlemiş ve Kırım’ın tamamen Türkleşmesini sağlamıştır.
TATAR ADININ KULLANIMI
Kırım Kazan ve İdil boylarındaki ahali , tamamiyle Türk olduğu halde, kökleriyle bağının kopartılması amacıyla bilhassa Ruslar tarafından kendilerine "Tatar" adı verilmiştir. Aslında Tatar adı, gerek Anadoluda gerekse Rusya ve İslam dünyasında Moğolların hakim oldukları saha ahalisi için kullanılmıştır.
(Örneğin Mevlânâ, Divan-ı Kebir de Anadoluyu tehdit eden Moğollardan Tatar olarak bahsederek bir gazelinde şu ifadeleri kullanır:
"Sen Tatardan korkuyorsun;
Çünkü Tanrıyı tanımıyorsun.
Oysa ki ben Tatarlardan iki yüz iman bayrağı yükselteceğim." )
Mamafih “Tatar” adı uzun süre bu Türk boylarınca benimsenmemiş, ancak Rus siyasi baskısı altında kabul ettirilmiş ve zaman içerisinde Rusların dışındaki diğer yabancı toplulukların ve Türklerin de kullanması sonucu yavaş yavaş kabul görmüştür.
Paleotik Çağ (M.Ö. 100.000 / M.Ö. 10.000)
İnsanoğlunun dünyayı mesken edindiği, farklı coğrafyalara
yayıldığı ve Dünya toplumlarının temel unsurlarını oluşturduğu Paleotik dönem,
yazılı kayıtların olmayışı ve sert iklim koşullarının ortaya çıkarttığı
zorluklar nedeniyle yeteri kadar aydınlatılamıyor. Bu nedenden ötürü Tarihçiler
bu döneme karanlık ve kayıtsız tarih adını veriliyor. On binlerce yıldan oluşan
bu tarih dilimi, insanlığın temellerinin atıldığı bir dönem olmasının yanında en
bilinmeyenli dönem unvanını da fazlasıyla hak ediyor.
İki buçuk milyon yıl önce başlayıp, 600 bin yıl önce zirve noktasına ulaşan buzul çağı, 100 Bin yıl önce ısınmaya başlamış ve nihayetinde 10 Bin yıl önce tamamen sona ermişti. Sert iklim değişiklikleri nedeniyle insanoğlunun yayılıp çoğalmasına engel olan buzullarla dolu kuzey coğrafyası, insanoğluyla birlikte diğer canlılarında çoğunu Afrika steplerine hapsetmişti. Doğa koşullarıyla birlikte vahşi ve yırtıcı hayvanlarla da mücadele etmek zorunda olan insanoğlu, zorlu yaşam mücadelesini sürdürdüğü coğrafyada uzun süredir varlığını sürdürmekteydi.
Paleotik çağı yaşayan ilk insanlar gırtlak sesleriyle konuşarak anlaşabiliyordu. Birbirleriyle iletişim kurabilen, plan yapabilen, küçük topluluklar halinde hareket edebilen bu insanlar henüz sayıları çok azken kabile düzeni sayılamayacak küçük topluluklar halinde mağara ve doğal zorluklardan korunaklı bölgelerde bir arada yaşamaktaydılar. Sayıları ancak binlerle ifade edilen bu topluluk, zaman içerisinde doğal imkanlardan daha fazla faydalanmak amacıyla kuzey bölgelerine doğru hareket etmeye başladılar. İlk insanlar ilk kez ayrılıyor ve bölünüyordu. Zira aynı coğrafyada sıkışarak yaşamak, kısıtlı doğal imkanları paylaşmakta zorluklara neden oluyordu.
Biyolojik olarak tam anlamıyla birbirlerine benzeyen bu topluluk, ilerleyen zaman dilimlerinde küçük hareketlerle kuzey bölgelerine doğru ilerlemeye başladılar. Bu ilerleme yaklaşık olarak 30 bin yıl kadar devam etti. Halen kuzey bölgeleri ağır buzul ikliminden tamamen kurtulabilmiş değildi. Bunun yanında Güney Afrika ılıman ve yağmurlu iklimine sahipti. Kuzeye doğru gerçekleşen bu ilk göç hareketi 70 Binli yıllara kadar sürdü. Kuzey bölgeleri buzul çağının etkisinde, güney bölgeleri ise ılıman ve yağmurlu iklime sahipti ancak Afrikanın kuzey bölgesi Çöl halindeydi. Ağır karasal iklim, bu topluluğun kuzeye doğru göçünü imkansız hale getirmişti.
Göç hareketinin, denize paralel olarak Afrikanın doğusundan yukarı doğru ilerleyişi Kızıl Deniz sahillerinde son buldu. Kavurucu çöl sıcaklarıyla baş edemeyecek olan bu ilk ilkel insanlar, kendilerine çıkış yolu olarak Arap yarım adasını buldular. Arap yarım adası ile Afrika kıtaları arasındaki en yakın nokta, bugün Cibuti olarak anılan Afrika ülkesi ile Yemen arasında bulunan, Aden körfezi ile Kızıl Denizi ayıran darboğaz alandır. Bu alan, günümüzde yaklaşık olarak 30 Km. civarında bir mesafede bulunur.
70 Bin yıl önce halen devam eden buzul çağının etkisiyle suların daha sığ olduğunu düşünecek olursak, tahminlere göre bu mesafe birkaç kilometre kadardı ve çok daha sığdı. İlk Afrikalı insanlar, bu sığ deniz geçidinden geçerek, Kızıl Deniz’i aşıp yeni bir Kıtaya ayak basmış oldular. Paleotik Çağ’daki dönüm noktası olan bu göç hareketi, Afrikalı ilk insanların Dünyaya yayılmasında kilometre taşı kabul edilir.
İnsanoğlu için yeni bir dönem başladı. 70 Bin yıl önce gerçekleşen bu göç hareketi ile ilk insanların bir bölümü Afrika’da kalmış, göç hareketine girişen diğer bölümü Arap yarım adasına ayak basmıştır. Yapılan araştırmalar, Afrika’nın kuzeyinde olduğu gibi Arap yarım adasının güneyinde de ağır çöl ikliminin bulunduğunu ortaya koyuyor. Arap Yarım adası, bugün olduğu gibi bundan 70 Bin yıl önce de Çöl iklimine sahipti.
Bu konu üzerinde uzun süre çalışmalar yapan Paleontologlar, tutarlı bir dayanak bulunamayan bu tezden vazgeçmeyi bile düşündüler. Ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar çok ilginç sonuçlar ortaya çıkarttı. Göç hareketinin gerçekleştiği bölgede yapılan kazı çalışmaları, bu bölgelerde küçük tatlı su kaynakları olduğunu ortaya çıkarttı. Üstelik bu bölgelerden göç eden topluluklara ait kalıntılara da ulaştılar. Böylelikle ilk insanların Afrikadan Arap yarımadasına çıktığı kesin olarak tespit edilmiş oldu.
Arap yarım adasının güneyinden, bugünkü yemen sahillerinden devam eden göç hareketi, kuzeydeki çöl iklimine rağmen sahil boyunca seyrekte olsa bulunabilen tatlı su kaynakları ile mümkün olabildi. Yemen sahilleri boyunca ilerleyen topluluklar, ağır çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyada tam anlamıyla bir vaha ile karşılaştılar. Bugün Dahar Vadisi olarak anılan bölge, bundan 70 Bin yıl önce, Arap denizindeki hava akımları sonucu oluşan küçük çaplı bir iklimin etkisindeydi.
Etrafı çöllerle kaplı olan bu bölge, muson rüzgarlarının ortaya çıkarttığı küçük çaplı iklimin etkisiyle bolca yağmur alıyordu. Etrafı çöl iklimiyle çevrili olan vadi, aldığı yağmurların etkisiyle geniş bitki ve hayvan çeşitliliği ile yaşam için fevkalade ideal bir bölge oluşturmuştu. İlk insanlar, daha önce karşılaşmadıkları bu fevkalade çeşitlilikteki bölgeye yerleşerek ve doğal kaynakların sağladığı imkanlarla bu bölgeyi uzun süre mesken tutarak hızla çoğaldılar. Öyleki bulundukları bölgeyi dolduran insanlar, zaman içerisinde göç etme ihtiyacı hissederek arap yarım adasının sahillerinden doğuya doğru yeni göç hareketleri başlattılar.
İlk insanın dünyaya yayılışını bu noktaya kadar adım adım takip edebildik. Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları önce kuzeye, sonra Arap yarım adasına çıktılar, Yemen sahilleri boyunca ilerleyerek Dahar Vadisine ulaştılar. Yaşanabilir tabiatın etkisiyle hızla çoğalarak sayıları artan bu insan toplulukları için artık belirli bir güzergah olmayacaktır.
Arap yarım adasının güneyinden sahil boyunca devam eden göç hareketiyle önce Asya’ya, sonra dünyanın pek çok farklı bölgesine dağınık şekilde göç hareketleri başlatan ilk insanlar, hızla çoğalmaya ve yayılmaya başladılar. Böylece Yerküre, İnsanoğlu ile tanıştı.
Farklı coğrafyaların, farklı iklim koşullarının, farklı güneş ışın açılarının, topraktaki farklı radyoaktivitelerin tesiriyle genetik olarak farklılaşan İnsan toplulukları, dağıldıkları coğrafyalarda kendilerine has genetik ve fiziki görünümlere ayrılmış ve insanlığın temelini teşkil eden ilk etnik unsurları ortaya çıkartmış oldular. İlk dönemlerinde gırtlak sesleriyle anlaşan insanlar, çoğalarak iletişim kurmaya başlamış, gırtlak seslerinden dil ve dudak seslerine geçerek dilleri oluşturdular.
Bu lisanlar topluluklar arasındaki mesafelerin etkisiyle ayrı ayrı geliştiği için ayrı ayrı diller meydana gelmiş oldu. Dilleri ayrılan insanlar, haliyle iletişim güçlükleri sebebiyle ayrışarak etnik unsurlar haline geldiler. Sayıları hızla artan insanoğlu, uzun süre bir arada yaşayarak kendi yaşayış tarzlarını ve kendi kültürlerini oluşturdular.
İki buçuk milyon yıl önce başlayıp, 600 bin yıl önce zirve noktasına ulaşan buzul çağı, 100 Bin yıl önce ısınmaya başlamış ve nihayetinde 10 Bin yıl önce tamamen sona ermişti. Sert iklim değişiklikleri nedeniyle insanoğlunun yayılıp çoğalmasına engel olan buzullarla dolu kuzey coğrafyası, insanoğluyla birlikte diğer canlılarında çoğunu Afrika steplerine hapsetmişti. Doğa koşullarıyla birlikte vahşi ve yırtıcı hayvanlarla da mücadele etmek zorunda olan insanoğlu, zorlu yaşam mücadelesini sürdürdüğü coğrafyada uzun süredir varlığını sürdürmekteydi.
Paleotik çağı yaşayan ilk insanlar gırtlak sesleriyle konuşarak anlaşabiliyordu. Birbirleriyle iletişim kurabilen, plan yapabilen, küçük topluluklar halinde hareket edebilen bu insanlar henüz sayıları çok azken kabile düzeni sayılamayacak küçük topluluklar halinde mağara ve doğal zorluklardan korunaklı bölgelerde bir arada yaşamaktaydılar. Sayıları ancak binlerle ifade edilen bu topluluk, zaman içerisinde doğal imkanlardan daha fazla faydalanmak amacıyla kuzey bölgelerine doğru hareket etmeye başladılar. İlk insanlar ilk kez ayrılıyor ve bölünüyordu. Zira aynı coğrafyada sıkışarak yaşamak, kısıtlı doğal imkanları paylaşmakta zorluklara neden oluyordu.
Biyolojik olarak tam anlamıyla birbirlerine benzeyen bu topluluk, ilerleyen zaman dilimlerinde küçük hareketlerle kuzey bölgelerine doğru ilerlemeye başladılar. Bu ilerleme yaklaşık olarak 30 bin yıl kadar devam etti. Halen kuzey bölgeleri ağır buzul ikliminden tamamen kurtulabilmiş değildi. Bunun yanında Güney Afrika ılıman ve yağmurlu iklimine sahipti. Kuzeye doğru gerçekleşen bu ilk göç hareketi 70 Binli yıllara kadar sürdü. Kuzey bölgeleri buzul çağının etkisinde, güney bölgeleri ise ılıman ve yağmurlu iklime sahipti ancak Afrikanın kuzey bölgesi Çöl halindeydi. Ağır karasal iklim, bu topluluğun kuzeye doğru göçünü imkansız hale getirmişti.
Göç hareketinin, denize paralel olarak Afrikanın doğusundan yukarı doğru ilerleyişi Kızıl Deniz sahillerinde son buldu. Kavurucu çöl sıcaklarıyla baş edemeyecek olan bu ilk ilkel insanlar, kendilerine çıkış yolu olarak Arap yarım adasını buldular. Arap yarım adası ile Afrika kıtaları arasındaki en yakın nokta, bugün Cibuti olarak anılan Afrika ülkesi ile Yemen arasında bulunan, Aden körfezi ile Kızıl Denizi ayıran darboğaz alandır. Bu alan, günümüzde yaklaşık olarak 30 Km. civarında bir mesafede bulunur.
70 Bin yıl önce halen devam eden buzul çağının etkisiyle suların daha sığ olduğunu düşünecek olursak, tahminlere göre bu mesafe birkaç kilometre kadardı ve çok daha sığdı. İlk Afrikalı insanlar, bu sığ deniz geçidinden geçerek, Kızıl Deniz’i aşıp yeni bir Kıtaya ayak basmış oldular. Paleotik Çağ’daki dönüm noktası olan bu göç hareketi, Afrikalı ilk insanların Dünyaya yayılmasında kilometre taşı kabul edilir.
İnsanoğlu için yeni bir dönem başladı. 70 Bin yıl önce gerçekleşen bu göç hareketi ile ilk insanların bir bölümü Afrika’da kalmış, göç hareketine girişen diğer bölümü Arap yarım adasına ayak basmıştır. Yapılan araştırmalar, Afrika’nın kuzeyinde olduğu gibi Arap yarım adasının güneyinde de ağır çöl ikliminin bulunduğunu ortaya koyuyor. Arap Yarım adası, bugün olduğu gibi bundan 70 Bin yıl önce de Çöl iklimine sahipti.
Bu konu üzerinde uzun süre çalışmalar yapan Paleontologlar, tutarlı bir dayanak bulunamayan bu tezden vazgeçmeyi bile düşündüler. Ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar çok ilginç sonuçlar ortaya çıkarttı. Göç hareketinin gerçekleştiği bölgede yapılan kazı çalışmaları, bu bölgelerde küçük tatlı su kaynakları olduğunu ortaya çıkarttı. Üstelik bu bölgelerden göç eden topluluklara ait kalıntılara da ulaştılar. Böylelikle ilk insanların Afrikadan Arap yarımadasına çıktığı kesin olarak tespit edilmiş oldu.
Arap yarım adasının güneyinden, bugünkü yemen sahillerinden devam eden göç hareketi, kuzeydeki çöl iklimine rağmen sahil boyunca seyrekte olsa bulunabilen tatlı su kaynakları ile mümkün olabildi. Yemen sahilleri boyunca ilerleyen topluluklar, ağır çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyada tam anlamıyla bir vaha ile karşılaştılar. Bugün Dahar Vadisi olarak anılan bölge, bundan 70 Bin yıl önce, Arap denizindeki hava akımları sonucu oluşan küçük çaplı bir iklimin etkisindeydi.
Etrafı çöllerle kaplı olan bu bölge, muson rüzgarlarının ortaya çıkarttığı küçük çaplı iklimin etkisiyle bolca yağmur alıyordu. Etrafı çöl iklimiyle çevrili olan vadi, aldığı yağmurların etkisiyle geniş bitki ve hayvan çeşitliliği ile yaşam için fevkalade ideal bir bölge oluşturmuştu. İlk insanlar, daha önce karşılaşmadıkları bu fevkalade çeşitlilikteki bölgeye yerleşerek ve doğal kaynakların sağladığı imkanlarla bu bölgeyi uzun süre mesken tutarak hızla çoğaldılar. Öyleki bulundukları bölgeyi dolduran insanlar, zaman içerisinde göç etme ihtiyacı hissederek arap yarım adasının sahillerinden doğuya doğru yeni göç hareketleri başlattılar.
İlk insanın dünyaya yayılışını bu noktaya kadar adım adım takip edebildik. Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları önce kuzeye, sonra Arap yarım adasına çıktılar, Yemen sahilleri boyunca ilerleyerek Dahar Vadisine ulaştılar. Yaşanabilir tabiatın etkisiyle hızla çoğalarak sayıları artan bu insan toplulukları için artık belirli bir güzergah olmayacaktır.
Arap yarım adasının güneyinden sahil boyunca devam eden göç hareketiyle önce Asya’ya, sonra dünyanın pek çok farklı bölgesine dağınık şekilde göç hareketleri başlatan ilk insanlar, hızla çoğalmaya ve yayılmaya başladılar. Böylece Yerküre, İnsanoğlu ile tanıştı.
Farklı coğrafyaların, farklı iklim koşullarının, farklı güneş ışın açılarının, topraktaki farklı radyoaktivitelerin tesiriyle genetik olarak farklılaşan İnsan toplulukları, dağıldıkları coğrafyalarda kendilerine has genetik ve fiziki görünümlere ayrılmış ve insanlığın temelini teşkil eden ilk etnik unsurları ortaya çıkartmış oldular. İlk dönemlerinde gırtlak sesleriyle anlaşan insanlar, çoğalarak iletişim kurmaya başlamış, gırtlak seslerinden dil ve dudak seslerine geçerek dilleri oluşturdular.
Bu lisanlar topluluklar arasındaki mesafelerin etkisiyle ayrı ayrı geliştiği için ayrı ayrı diller meydana gelmiş oldu. Dilleri ayrılan insanlar, haliyle iletişim güçlükleri sebebiyle ayrışarak etnik unsurlar haline geldiler. Sayıları hızla artan insanoğlu, uzun süre bir arada yaşayarak kendi yaşayış tarzlarını ve kendi kültürlerini oluşturdular.
İlk İnsanın Ortaya Çıkışı (M.Ö. 200.000'li yıllar)
İlk insanın ortaya çıkışı. Açıkçası günümüz için halen bir
bilinmeyen ve gizemli bir olgu. Evrenin varoluşunu, yerküre üzerindeki ilk
canlının ortaya çıkışını, milyonlarca yıl önce yaşanmış buzul çağlarını ve canlı
türlerini keşfedebilen bilim dünyası henüz İnsanlığın Varoluşu ile ilgili
bilinmeyeni tam anlamıyla çözebilmiş değil.
Bilinmeyenlerle dolu bu gizemli varoluş süreci ancak kısıtlı teorilerle açıklanabiliyor. Üstelik sunulan teoriler temel dayanaklarında bile birbirleriyle çatışıyor. İnsanlığın ortaya çıkışı ile ilgili bilinmeyene yolculuğumuzda, bilim dünyasının ortaya çıkarttığı tezleri incelemek ve mantıklı olana itibar etmekle yetineceğiz.
Bilim dünyası, insanlığın kökeni Cromagnon (Kro Magnum) ve Neandertaller dir der. Tam olarak insan olmayan bu tür, insanın atası ve evrim teorisindeki insanla maymun arası bir geçiş evresi olarak değerlendiriliyor. Varoluşları 500 Bin yıl öncesine dayandırılan bu türler, tam olarak insan sayılmamakla birlikte hayvan olarak da nitelendirilmiyor. Konuşmayan, yazmayan, bunun yanında aklıyla hareket eden bu türler, zaman içerisinde insana dönüşerek yeryüzüne dağılmış olduğu ve buzul çağının ortadan kalkmasıyla evrimini tamamladığı kabul edilir.
Evrim teorisinin sunduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin yılları arasında varolmuş, 200 Bin’li yıllardan sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen pek çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun yanında hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üzerinde münakaşaya devam ediliyor.
Özetleyecek olursak Bilim dünyası bu konuda kararsız. En azından tartışmasız bir karara varabilmiş değil. Peki kutsal kitaplardan edinebileceğimiz bilgiler nelerdir? Bu noktada Bilim ile Din’i çatıştırma yada kıyaslama yapmayacağız. Hem Bilimden hem de Din’i ilimden elde edeceğimiz bulgularla mantık yürüteceğiz.
Kutsal kitaplar, özellikle de Kur-an’ı Kerim, şüphesiz hem dünya hem insan ile ilgili pek çok bilgi ve bulgu sunuyor. Bilimin, bilginin ve tarih bilincinin çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde, Kur-an’ı Kerim’in hem dünyanın hem dünya üzerinde yaşayan canlılar hakkında pek çok bilimsel bulgu sunuyor olması hepimiz için şaşırtıcı ve ibret verici kabul edilir. Atmosferin katmanlarını, hücrenin yapısını, evrenin tasarımını ve henüz yakın zamanlarda ulaşabildiğimiz bilimsel verilere, günümüzden 1400 yıl önce “Anlayabileceğimiz bir dille” bize sunulmuş olması, insanlığın varoluşu ile ilgili ipuçlarını araştırırken de faydalı olabilecek bilgilere sahip olabileceğini düşündürüyor.
Kur-an ve tahrife uğramış olsa bile İncil ve Tevrat,bize insanlığın varoluşu hakkında belli noktalarda net bilgiler veriyor. Kur-an, insanın bir “çamurdan bir hülasadan” yaratıldığını ifade ediyor. Bu ifade de hülasa, cümle içindeki anlamı itibariyle süzülmüş, özetlenmiş, kaynak olarak kullanılmış gibi anlamlarla ifade ediliyor. Tefsirlerden yorumlayabildiğimiz kadarıyla İnsanoğlunun, bir çamurun içerisindeki ilahi bir kıvılcımla ortaya çıktığı anlaşılıyor. Evrim teorisinin bu konu hakkındaki tezi, canlı türlerini oluşturan ilk hücrenin su ile toprağın birleştiği bir noktada oluşan bir hücreden meydana geldiğini, bu hücrenin denizde canlı türlerinin oluşumunu sağladığını, sonrasında canlıların sudan çıkarak diğer türleri oluşturduğunu savunur. Bu bakış açısı kimi din adamlarının Evrim teorisi ile Kuran’ın örtüştüğünü, aynı oluşumu anlattığını savunur. Nitekim, Kur-an, maddi ve şekil olarak bir tarifte bulunmadığından, belirtilen bu ipucunun şekil olarak anlaşılması pek mümkün olmamaktadır. Zira din kitaplarına biyoloji yada benzeri bir konsantre bilim kitabı olarak bakmak yanlış olacaktır. Elbette Kur-an bize anlayabileceğimiz nispette bir özet bilgi veriyor. Biz bu bilgiyi ipucu olarak kullanıp merakımızı gidermeye çalışacağız.
Hem bilimin, hem Kur-an’ın bize sunduğu ipuçlarıyla elde ettiğimiz bulgu, çok net olmamakla birlikte kaynak olarak kullanabileceğimiz bir ortak sonuç ortaya koyuyor. İlk insanın tek bir noktada oluştuğu, bu insanın çoğalarak diğer insan topluluklarına temel teşkil ettiği kabul edilebilir bir gerçek. Paleontolojik çalışmalarda elde edilen ilk insanlara ait bilgiler, günümüzden 100 Bin yıl öncesine ait. Yani ulaşabildiğimiz en eski insan toplulukları bizden 100 Bin yıl önce yaşamıştır diyebiliriz.
İlk insanın ortaya çıktığı bölge halen tartışma konusu. Bu konuda bilim çevreleri, yine elde edilen paleontolojik çalışmalarla insana ait en eski buluntuların Güney Afrika’da olduğunu belirtiyor. Diğer bölgelerde var olduklarına ait fosil bulguları bulunmamış olsa da Güney Afrika’ya sonradan göç etmiş olduklarını kabul etsek bile, buzul çağının etkisi altında bulunan kuzey bölgelerinde yaşam şartlarının zorluğu, diğer insanların yok olmuş olabileceğine yada sayılarının azlığı nedeniyle varlıklarının insanoğlunun göç hareketleriyle oluşan popülasyona bir katkı sağlamadığı görüşü daha ağır basıyor. Bu noktada karşımıza iki olasılık çıkıyor. İnsanoğlu ya Asya’da ortaya çıktı, bir bölümü Afrika’ya göç etti ve buradan Dünya’ya yayıldı ya da zaten Afrika’da ortaya çıkmıştı.
Sonuca varacak olursak, insanoğlu günümüzden 100 Bin yıl önce ortaya çıkarak Afrika’dan Kızıldeniz’i geçerek Arap yarımadasına, oradan da tüm dünyaya yayıldılar. Buzul çağının halen devam ettiği bu dönemde sayılarının birkaçbin’i geçmediği düşünülen ilk insanlar, yaşam imkanlarının daha geniş olduğu bölgelere göç etmiş, sayıca çoğalarak toplumları, milletleri ve kültürleri ortaya çıkartmışlardır.
Bilinmeyenlerle dolu bu gizemli varoluş süreci ancak kısıtlı teorilerle açıklanabiliyor. Üstelik sunulan teoriler temel dayanaklarında bile birbirleriyle çatışıyor. İnsanlığın ortaya çıkışı ile ilgili bilinmeyene yolculuğumuzda, bilim dünyasının ortaya çıkarttığı tezleri incelemek ve mantıklı olana itibar etmekle yetineceğiz.
Bilim dünyası, insanlığın kökeni Cromagnon (Kro Magnum) ve Neandertaller dir der. Tam olarak insan olmayan bu tür, insanın atası ve evrim teorisindeki insanla maymun arası bir geçiş evresi olarak değerlendiriliyor. Varoluşları 500 Bin yıl öncesine dayandırılan bu türler, tam olarak insan sayılmamakla birlikte hayvan olarak da nitelendirilmiyor. Konuşmayan, yazmayan, bunun yanında aklıyla hareket eden bu türler, zaman içerisinde insana dönüşerek yeryüzüne dağılmış olduğu ve buzul çağının ortadan kalkmasıyla evrimini tamamladığı kabul edilir.
Evrim teorisinin sunduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin yılları arasında varolmuş, 200 Bin’li yıllardan sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen pek çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun yanında hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üzerinde münakaşaya devam ediliyor.
Özetleyecek olursak Bilim dünyası bu konuda kararsız. En azından tartışmasız bir karara varabilmiş değil. Peki kutsal kitaplardan edinebileceğimiz bilgiler nelerdir? Bu noktada Bilim ile Din’i çatıştırma yada kıyaslama yapmayacağız. Hem Bilimden hem de Din’i ilimden elde edeceğimiz bulgularla mantık yürüteceğiz.
Kutsal kitaplar, özellikle de Kur-an’ı Kerim, şüphesiz hem dünya hem insan ile ilgili pek çok bilgi ve bulgu sunuyor. Bilimin, bilginin ve tarih bilincinin çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde, Kur-an’ı Kerim’in hem dünyanın hem dünya üzerinde yaşayan canlılar hakkında pek çok bilimsel bulgu sunuyor olması hepimiz için şaşırtıcı ve ibret verici kabul edilir. Atmosferin katmanlarını, hücrenin yapısını, evrenin tasarımını ve henüz yakın zamanlarda ulaşabildiğimiz bilimsel verilere, günümüzden 1400 yıl önce “Anlayabileceğimiz bir dille” bize sunulmuş olması, insanlığın varoluşu ile ilgili ipuçlarını araştırırken de faydalı olabilecek bilgilere sahip olabileceğini düşündürüyor.
Kur-an ve tahrife uğramış olsa bile İncil ve Tevrat,bize insanlığın varoluşu hakkında belli noktalarda net bilgiler veriyor. Kur-an, insanın bir “çamurdan bir hülasadan” yaratıldığını ifade ediyor. Bu ifade de hülasa, cümle içindeki anlamı itibariyle süzülmüş, özetlenmiş, kaynak olarak kullanılmış gibi anlamlarla ifade ediliyor. Tefsirlerden yorumlayabildiğimiz kadarıyla İnsanoğlunun, bir çamurun içerisindeki ilahi bir kıvılcımla ortaya çıktığı anlaşılıyor. Evrim teorisinin bu konu hakkındaki tezi, canlı türlerini oluşturan ilk hücrenin su ile toprağın birleştiği bir noktada oluşan bir hücreden meydana geldiğini, bu hücrenin denizde canlı türlerinin oluşumunu sağladığını, sonrasında canlıların sudan çıkarak diğer türleri oluşturduğunu savunur. Bu bakış açısı kimi din adamlarının Evrim teorisi ile Kuran’ın örtüştüğünü, aynı oluşumu anlattığını savunur. Nitekim, Kur-an, maddi ve şekil olarak bir tarifte bulunmadığından, belirtilen bu ipucunun şekil olarak anlaşılması pek mümkün olmamaktadır. Zira din kitaplarına biyoloji yada benzeri bir konsantre bilim kitabı olarak bakmak yanlış olacaktır. Elbette Kur-an bize anlayabileceğimiz nispette bir özet bilgi veriyor. Biz bu bilgiyi ipucu olarak kullanıp merakımızı gidermeye çalışacağız.
Hem bilimin, hem Kur-an’ın bize sunduğu ipuçlarıyla elde ettiğimiz bulgu, çok net olmamakla birlikte kaynak olarak kullanabileceğimiz bir ortak sonuç ortaya koyuyor. İlk insanın tek bir noktada oluştuğu, bu insanın çoğalarak diğer insan topluluklarına temel teşkil ettiği kabul edilebilir bir gerçek. Paleontolojik çalışmalarda elde edilen ilk insanlara ait bilgiler, günümüzden 100 Bin yıl öncesine ait. Yani ulaşabildiğimiz en eski insan toplulukları bizden 100 Bin yıl önce yaşamıştır diyebiliriz.
İlk insanın ortaya çıktığı bölge halen tartışma konusu. Bu konuda bilim çevreleri, yine elde edilen paleontolojik çalışmalarla insana ait en eski buluntuların Güney Afrika’da olduğunu belirtiyor. Diğer bölgelerde var olduklarına ait fosil bulguları bulunmamış olsa da Güney Afrika’ya sonradan göç etmiş olduklarını kabul etsek bile, buzul çağının etkisi altında bulunan kuzey bölgelerinde yaşam şartlarının zorluğu, diğer insanların yok olmuş olabileceğine yada sayılarının azlığı nedeniyle varlıklarının insanoğlunun göç hareketleriyle oluşan popülasyona bir katkı sağlamadığı görüşü daha ağır basıyor. Bu noktada karşımıza iki olasılık çıkıyor. İnsanoğlu ya Asya’da ortaya çıktı, bir bölümü Afrika’ya göç etti ve buradan Dünya’ya yayıldı ya da zaten Afrika’da ortaya çıkmıştı.
Sonuca varacak olursak, insanoğlu günümüzden 100 Bin yıl önce ortaya çıkarak Afrika’dan Kızıldeniz’i geçerek Arap yarımadasına, oradan da tüm dünyaya yayıldılar. Buzul çağının halen devam ettiği bu dönemde sayılarının birkaçbin’i geçmediği düşünülen ilk insanlar, yaşam imkanlarının daha geniş olduğu bölgelere göç etmiş, sayıca çoğalarak toplumları, milletleri ve kültürleri ortaya çıkartmışlardır.
İlk Canlının Ortaya Çıkışı (3.7 Milyar Yıl)
Günümüzün gelişmiş teknikleri ve bu tekniklere dayalı teorilerle
ortaya sunulan teze göre 15 Milyar yıl önce meydana gelen büyük patlamayla (Bing
Bang) evren oluşmuş, 5 Milyar yıl önce dünya kütlesi meydana gelmiş, 3.7 Milyar
yıl öncede Dünya üzerindeki ilk protein ortaya çıkarak ilk canlı hücresi
oluşmuştur. En azından günümüz imkanlarıyla ulaşılabilen en kabul edilebilir
bulgu bu doğrultudadır.
İlerleyen yüzbinlerce yılda, dünyanın ısı ve su dengesinin ortaya çıkarttığı müsait tabiatla ilk canlılar vücut bularak dünyanın ilk sakinleri haline geldiler. 1800’lü yıllardan itibaren yapılan çalışmalarla gün yüzüne çıkartılan Paleontolojik (Fosil bilimi) araştırmalar, milyonlarca yıl önce varolan canlılara ait önemli bilgilere ulaşabildiler. Ve anladık ki bizden milyonlarca yıl önce büyük kütleli, devasa etobur ve otobur canlılar dünyanın bizden önceki ev sahipleriydi.
Günümüzden 3.7 Milyar yıl önce ortaya çıkan canlılık ve yine zaman içerisinde ortaya çıkan canlı türleri 2.500.000 yıl önce meydana gelen büyük buzul çağıyla önemli ölçüde azaldı ve kimi türler tamamen yok oldu. Bu buzul çağı, milyonlarca yıl devam ederek yeryüzündeki canlıların varlıklarının gelişiminde ve çeşitliliğinde önemli ölçüde engelleyici rol oynadı. Hem canlı türlerinin çok kısıtlı olduğu, hem de soğuk hava koşullarının ipuçları bırakılmasına imkan vermediği bu süre zarfına ait bilgilerimiz oldukça kısıtlı.
2.500.000 yıl önce başlayan Büyük Buzul Çağı ile soğuyan yerküre, ancak 200.000 bin yıl kadar önce ısınmaya başlayarak canlı türlerine daha geniş yaşam imkanları sağlamaya başladı. Bu süreye kadar kısıtlı şartlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan canlı türleri ancak 200.000’li yıllardan sonra çoğalmaya ve yayılmaya başlayabildiler.
Buzul çağının tamamen son bulması ve yer kürenin buzul çağının etkisinden tamamen çıkması ancak 10.000 li yıllarda mümkün olmuştur.
İlerleyen yüzbinlerce yılda, dünyanın ısı ve su dengesinin ortaya çıkarttığı müsait tabiatla ilk canlılar vücut bularak dünyanın ilk sakinleri haline geldiler. 1800’lü yıllardan itibaren yapılan çalışmalarla gün yüzüne çıkartılan Paleontolojik (Fosil bilimi) araştırmalar, milyonlarca yıl önce varolan canlılara ait önemli bilgilere ulaşabildiler. Ve anladık ki bizden milyonlarca yıl önce büyük kütleli, devasa etobur ve otobur canlılar dünyanın bizden önceki ev sahipleriydi.
Günümüzden 3.7 Milyar yıl önce ortaya çıkan canlılık ve yine zaman içerisinde ortaya çıkan canlı türleri 2.500.000 yıl önce meydana gelen büyük buzul çağıyla önemli ölçüde azaldı ve kimi türler tamamen yok oldu. Bu buzul çağı, milyonlarca yıl devam ederek yeryüzündeki canlıların varlıklarının gelişiminde ve çeşitliliğinde önemli ölçüde engelleyici rol oynadı. Hem canlı türlerinin çok kısıtlı olduğu, hem de soğuk hava koşullarının ipuçları bırakılmasına imkan vermediği bu süre zarfına ait bilgilerimiz oldukça kısıtlı.
2.500.000 yıl önce başlayan Büyük Buzul Çağı ile soğuyan yerküre, ancak 200.000 bin yıl kadar önce ısınmaya başlayarak canlı türlerine daha geniş yaşam imkanları sağlamaya başladı. Bu süreye kadar kısıtlı şartlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan canlı türleri ancak 200.000’li yıllardan sonra çoğalmaya ve yayılmaya başlayabildiler.
Buzul çağının tamamen son bulması ve yer kürenin buzul çağının etkisinden tamamen çıkması ancak 10.000 li yıllarda mümkün olmuştur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)